21 Mart Dünya Şiir Günü


AZICIK AŞK/ SEMA GÜLER  

                                          Siz hiç aşkın ‘Su alınlı’ sevgilisi oldunuz mu?

Hırkasının kolunu sıvayıp, imkânsız şeyleri konuşurduk (…)
Sadece ölüm var, korkunç kıtalar
bir balık var suların yokuşunda
ayın gölgesinden başını kaldıramayan 

Biliyorum, hiçbir şey geçmeyecek
içimde büyük
bakır rengi duvarlar

Ey her şeyi açıklayan kemikler tapınağı
çürümenin sessiz, sokak karnavalları
Kederimi açıklayamam
duruşunu, boynunu
koklarken denize ya da bir çöle benzeyen giysilerini

Ağladığını görüyordum
bugünkü dünyaya yaslanıp ve tehlikeli biçimde acılı.

Uyu, uyu şimdi…

Bir dal
bir dua
uzatamaz daha söylenemez olanı
Ellerimin hatasını sürdüğümde ağaçlara
aynı cevheri paylaşır, saçlarını yoklar, yaramı bitiştirir
tutuşup düşer kandilin dibine gömdüğüm karanlık


anberefşan

ya da gülperi’nin gecesi  / CEVAHİR BEDEL

senin uzun gecelerinde bir göl var

düşüncenin buz hali tuz maya

çölün kumlu nefesi, kehribar…

sen üç kere açıp kapayınca ikindileri,

dönerken sevincini bir evin kendi yönünde

hep var kıymık gibi batan derine

senin uzun gecelerinde bir dağ var

karanlığı giyinince boğulduğum bir ırmak

zamanı acıya kurulu bir saat, sen bakınca tik tak

ölümü ağzından öptüğüm sisli sabah

kendime yuvarlandığım dikenli yamaç…

senin uzun gecelerinde bir taş var

ağır mı ağır çelik kanatlar

durmadan uçmayı giyenen bir kadın

koyu bir gölge trenler kalkmadan

tamamlanmamış sözlerin öldürücü soğuğu…

senin uzun gecelerinde kısa mı kısa bir bakış

eğik bir başın düşüşüyle kesilen

parmaklarının ucunda birikip taşan sıcaklık

alnımı dayadığım yok bir duvar…

senin uzun gecelerinde bir telaş var

hiç bitmeyecek bir aralık, acıya açık

ayaklarını uzattığın korunaklı yalnızlık

dokunmasız hınç, rafflesia rafflesia

hızla geçerken tüm bedenimden

senin uzun gecelerin yok gibi aslında

köşeli bir boşluk baktığım içinden


RÜZGÂRA MEKTUPLAR BIRAKIYORUM / GÜLSÜM CENGİZ

Yaşama söz kestiğimden beri

gidiyorum ardından bir yıldızın

devrime nişanlı yüreğimin

çağrısına uyarak.

Serüven değil aradığım

bir gençlik hevesi hiç değil.

Kimsenin kimseyi sömürmediği

ve insanların

sokaklarda kıvrılıp

açlıktan, soğuktan ölmediği

bir dünya istiyorum.

Yaşama söz kestiğimden beri

ardından gidiyorum bir sevdanın

devrime nişanlı yüreğimin

çağrısına uyarak.

Geleceğe umudunu, insana inancını

yitirmiş yüreklerin yere attığı

bir yıldızı parlatıyorum

her gün, her gün yeniden;

resmine bakıp gülümsüyorum.

Ah, ne güzel gülüyorsun…

Yaşama söz kestiğimden beri

ardından gidiyorum bu sevdanın

devrime nişanlı yüreğimin

çağrısına uyarak.

İğneyle kuyu kazıp

sözcüklerin büyüsünü arıyorum;

yağmurun her damlasında

her çiçeğin renginde,

her çocuğun, her kadının yüzünde…

Her acıda kanayıp

sarılarak her umuda

yaşamdan şiirler damıtıyorum;

ve her sabah yeniden

“Günaydın!” deyip güneşe

rüzgâra mektuplar bırakıyorum,

değiştirsin diye yazgısını insanlar

birleşen elleriyle.


insan olamayan ölü de değildir artık leş / hicran aslan

o mor pazenlerdeki desenler azaldığından beri

içini oydum sıfatlarımın oyunlarımı danslarımı sakladım ehlileşmez 

ablukaya alınmaz bir ayrılık sevişsek bile kavuşamayız artık 

sağlamlarım 

baş ve ayak mezar ve şehâdet

mutlak ve tezahür arasında yarmak ve yaratmak o çırılçıplak ölüleri ki 

bedenlerinde sevdiğini söyleyenlerin acımasızca açtığı yaralar

çünkü bildim bizi biz yapan içimizdeki boşluk geceye dağılan kadın 

çığlıklarının yanlızlığı tanıklığın köprüsündeyken bizler hepimiz klavye şövalyeleri 

unutabilmek bu hatırlatma cinleriyle vahyin başladığı yeri 

ortancalarım

dönen çark kapanan çakra

aşk iskeletleri zevk ile ölüm arasında deliliğin muhafızları secdedeyken 

eşiği geçenlerin konuştuğu kadar rahat konuşamaz baskı altında yaşayan kişi

sahipli sınırlı bayraklı cinsiyetli kimlikli damgalanma   

oysa biçimsizliğin neminde taşlar kadar özgür olmak var

yara yara bütün incelikleri zevkin yönsüzlüğünde yaşlanmak 

şimdilerim

korkuluk ile karga diken ile buğday

gayb ile bâtın ermekle delirmek arasında

çünkü antoposen çağda çöplüğümüzde boğacak bizi doğa

yitirdiği kadınların canlıların yeşillerin ve buz dağlarının hatırına


CİNNETE GİDEN TREN – HÂLE  KORAY 

DÜN YİNE GEÇTİ İSTASYONUMDAN

Cinnetin kara trenleri. 

İsli vagonlarında serseri

anı kümeleri 

öte dünya yolcularının 

isteksiz koltuklarına gömüldüğü

ikinci mevki

kederli loş kompartmanların 

kapalıydı pencereleri

İnsanlar, insanlar, ne çok insanlar

Kör, sağır hem de dilsiz onlar

Konuşmadan, görmeden

duymadan ve hiç birşey sormadan

inatla acı çekiyorlar

çektiriyorlar

Bir gün artık

Kimse duymayacak seslerini, 

Sesimizi

İnsafı yok ne acının, 

ne acı çektirenin 

Taş taşın halinden anlamaz

Su ıslatmaz denizi 


DÖNGÜ / Dilek Değerli

Sonsuz değil dilin soluğu bile

mağara duvarındaki boğa resimleri kadar

dehşetin kolları çok, elleri ahtapot

korku nöbette, iki direk arasına gerili telde 

pıhtılar kurur yılların arasında

ama kimse bağışlamaz avcısını 

ne zaman ki ölümün üstüne yürüsem

bir yılkı atı çıkar içimden

ev genişler.

Uzun koşuda düşerse bacaklarım

ellerimle koşacağım

parmaklarım da düştüğünde 

bir perili ev taşınabilir artık yamacıma

buz kesince akamaz su

ama bilir ki orası bir bekleme odası

kendine geçmek için.

Kış treni biçerek geçiyor

yas dikenlerini ve pişmanlık heykellerini

birbirine sarılıyor denizle gök

ve aşağı atlıyor raftaki cam filler

bense bir yeldeğirmenine sarılmış

döndükçe aya değeceğimi sanıyorum.


Fado’nun gitarı; kül ve ateş / ECE ERSOY

Kılıcını çekmiş gece; bir bacağı eksik,

kuzguni saçları yeis yüklü

Burada işte; -acının yankısı girişte

Göğsümün üzerinde ay ve taş, 

kırık bir pencereden dokunuyorum ruhumun derinliklerine…

Acıma uyanan çığlık, gece ezgileriyle yüklü

Yıldızlar; 

gün gün,

saat saat, 

dakika dakika ısrarlı; gözlerime doldurmak için iki dünya savaşını

Kendini  telden  bırakan bu ağıt; kıyametim

‘yaşamalı’ arasından, geceye karşı kendi gölgemi kamçılıyor ellerim 

Gölgesiz sesimi getirin, uzaktan 

bir düşün kesiştiği yalnızlığı,

bir de rüzgâra karşı söylenen o taşkın şarkıyı…


İzdüşümü / Musa Bêjevan

ruh teninde boğulurken 

yaşamı kanıksayıp 

aşkı rivayet ederiz 

acıya riayetle 

öteleyen kalbimiz 

yoksunlukla inkılap eder 

sığmaz alfabelere 

münferit sayhamız

hasadını kaldırırken gece 

söndürün güneşi 

yıldızları yakın 

dul kalan yüreğimiz 

ölüme kiralanmış

müstakim sebillere vardık 

maviye kan sıçratmadan 

kuytularda anılır ismimiz

ölü şairler kitaplığımızda 

ruhlarını unutmuş 

su gibi kırılgan 

buz tutmazken zaman 

ekseninde döner intaka

acıyan yanımızdan akan cerahat 

sözcüklerden geçen huzme 

tadının kıvamındayken yalnızlık 

anarız acıyı ve ölümü

önce kendini affet

sonra beni bağışla çünkü

her şair yalnızca sırrıyla gömülür


KELEBEĞİN CESARETİ / Engin Turgut

Ey yanlış masallar, içi boş şarkılar

Kederin aynası boynumda kırılıyor.

Ey dünyanın huzursuz dalgınlığı

Annede şefkat, kırmızıda nar ağlıyor.

Ey kurbağa, suyun şaşkın terbiyecisi

Yaprakta yağmur susmuyor.

Ey kalbimin pekala acıkması

Saksıda çiçek, kafeste kuş durmuyor.

Ey boşluğun içindeki sarı, kırılgan yaz

Issıza rüzgâr, aşka kanat takılmıyor.

Ey kelimelerin bulutlarını döktüğü kuytu

Külün gölgesi, ayrılık söz dinlemiyor.

Ey ipek gözyaşı, rengin kıyameti koptu

Zilzurna heves uçmaya tırmanıyor.

Ey kimsesiz melek, gözden düşen saflık

Suçsuzluk kimseyi korumuyor.

İçimdeki bahçe ormana sığmaz

Hayâllerin de canı acıyor.

Ey mucizenin esrik vedası

Ruhum tenhadan geçilmiyor.

Ey martılar bir de sokak lambası

Gecenin şerbeti aşksız içilmiyor.

Ey rüyadaki siyah hatıra

Gövdedeki yabancı dallarıma basıyor.

Ey ölüm, arkam, sağım, solum

Acılar sınıfta kalmıyor.

Ey tuhaf îmâ, açılmıyor korkunun kapısı

Hayatın mahcubu, yalnıza mektup yazılmıyor.

Ey kelebeğin çılgın zarafeti

Kalbim ayağa kalk, aşk şimdi başlıyor.


parmak izleri / Metin Kaya

ah, şu taşa tutulmuş serçe sürüsü ömrümüz

karanlık cümlelerden geçiyoruz

herkesin cebinde birer zehirli elma

neden ölümlüyüz ki bilinen hikâyenin sonunda

düşlerimizden meydan ateşi yaktılar

her kapıyı komşu bilen çocuklar

karşı mahallede çınlayan sesiniz

sığınaklarda masalsı(z) günleriniz

şimdi oyuncaklarda kalan parmak izleriniz 

saklanır gözyaşlarına anaların

hangi yöne varsam kurşun izleri

hangi taşa dokunsam kan lekesi

sınırları kanatan tel örgülere ne demeli

bütün bayraklar beyaza mı boyansa


vahşî kelebek kamaşullah / Reha Yünlüel

boyu değil, işlevi hiç değil!

şiirin mezurası olmaz

uzunluğu kısalığı

genişliği, havadarlığı

doğaya nâzır, tepiğe hâzırlığı

hazır-löplüğü, inceliği, kalınlığı

eni ve boyu

işlevi, işlevsizliği

dize miktârı

sen gelirsin, yanına oturur

ben gelirim, yanına çömerim

o gelir, uzanır berisine

şu, durur öylece ayakta

dinleriz, dinlenir

durur dayanır, sabrımızı ölçeriz

dikkat dağınıktır

toplarız

bir daha dağılır

bir daha toplarız

ezberimiz boştur

hoştur allah hoştur

yatar uyuruz, uyanır

bir kâbusu kabuğundan mıhlarız

allah’ın hakkı üçtür

eh o zaman üç kere mıhlarız:

giriş-gelişme-sonuç

gökten düşen üç pabuç.


SENİN KISA HİKAYEN  / MEHMET GÖZEN

sen, 

sen olmadan önce, 

yalnız bir ağaç gibiydin; 

çıplak, 

kurumuş, 

yanmış… 

Yaralı bir kartal gibi 

kendi ölümünü bekleyerek 

bir ayazda üşümüş… 

Su boğar, 

Ateş yakar, 

ve kuşatmasında aç yırtıcıların 

bir de tanrılar… 

Bir gece ansızın sen, 

nereden gelip 

nereye gideceğini bilmeden, 

her gece öldüğün gibi 

bir kez daha kendi ölümünü bekleyerek… 

Ellerin, 

bir tavşan gibi tedirgin 

ve yorgun 

yüreğin bir kartal gibi 

kararlı ve dingin… 

Olmazsa olmazını 

ve kaçınılmazını görünce; 

bir savaşı bitirip 

bir savaşı başlatarak yürüdün. 

O an sen,  

derin bir uykudan  

kör ve sağır 

ve gömülü bir taş gibi ağır 

kendi çığlığınla uyanıp 

kendi çığlığına karışarak, 

ve ilk kez  

gülümseyen yüzünde 

dağılan gözlerini toplayıp 

ve ilk kez

kim olduğunu  

kendine sorarak; 

Kimim ben? 

O gün sen, 

korkudan çürüyüp 

meraktan çatlayarak 

bir lahdin kapağını 

ilk kez aralar gibi 

ya da bir dehlizin gizemini 

ilk kez yürüyerek… 

O an senin 

sudan derin 

ateşten kavi 

ve kelebekten narin olduğunu 

fark edip 

ve ilk kez kendine gülümseyerek… 

O an, 

yalnızca senin duyacağın kadar 

gizli, 

yalnızca senin anlayacağın kadar  

gizemli sesini 

evrenin ilk şarkısını 

dağların denize yürüyüşünü 

denizin dağları yutuşunu 

ve çığlıklar kuşatmasında 

ölümün erken güzünü 

görerek irkildin. 

O gün sen, 

altın oraklı hüznün ekinine 

şehvetin kanlı bir gürz ile lanetini 

bir atlasın öte yüzünü, 

Elifin, 

bir lirin altın sesini 

ve ak yıldızın izini  

sürerek, sen, 

sen olmaya geldin. 

O gün sen, 

ayaklarını ve ellerini 

ve kocaman kafanı rehin edip 

yüreğini kuşatarak 

ve ölesiye korkarak, 

çıplak bedenine yürüdün.

İşte o an 

iz sürüp ovaya inince 

nasılsa birden, 

aklın kav, 

kelamın dal, 

dal ile kavın 

bir dal ucunda belirdiğini 

suyun mavi bir atlas olup  

gelip sana yüz sürdüğünü 

ateşin,  

avuçlarında uysal bir dev, 

acının,  

bir kuğu gibi  

gelip kollarında uyuduğunu gördün. 

İşte sen, 

işte tanrıların. 

Tanrıların kör 

tanrıların sağır olduğunu görünce… 

Aşkın ve aklın kandiline 

ergin bir kelebek gibi gülümseyip 

ve ilk zaferini kutlayan  

ağır ellerini keserek 

ölüme yüz çevirdin, 

tanrıları çıldırtarak, doğruldun. 

Sonra sen, 

suya kement, 

aşka yol, 

künk vurup aşk yerine 

yarıp bir denizi köpüklenerek 

acılar ülkesinden 

aşk eline karar verince… 

İşte sen, 

sen olmadan önce 

böyle başladı ilk yürüyüşün 

işte böyle yazıldı harikulade ilk hikayen. 

Sen,  

ne kadar uzun 

ne kadar çocuk 

ne kadar güzel, 

sen, 

ne kadar ben.

İşte, üşümüş yaralı bir kartal gibi 

kendi ölümünü bekleyip 

kurumuş, yalnız bir ağaç gibi  üşüyen sen, 

kendi izini sürüp 

bir ayazdan 

kendi sesine doğrularak geldin. 

Hoş geldin.

https://yeniadana.net/haber/21_mart_dunya_siir_gunu-70502.html