AZICIK AŞK/ SEMA GÜLER
Siz hiç aşkın ‘Su alınlı’ sevgilisi oldunuz mu?
Hırkasının kolunu sıvayıp, imkânsız şeyleri konuşurduk (…)
Sadece ölüm var, korkunç kıtalar
bir balık var suların yokuşunda
ayın gölgesinden başını kaldıramayan
Biliyorum, hiçbir şey geçmeyecek
içimde büyük
bakır rengi duvarlar
Ey her şeyi açıklayan kemikler tapınağı
çürümenin sessiz, sokak karnavalları
Kederimi açıklayamam
duruşunu, boynunu
koklarken denize ya da bir çöle benzeyen giysilerini
Ağladığını görüyordum
bugünkü dünyaya yaslanıp ve tehlikeli biçimde acılı.
Uyu, uyu şimdi…
Bir dal
bir dua
uzatamaz daha söylenemez olanı
Ellerimin hatasını sürdüğümde ağaçlara
aynı cevheri paylaşır, saçlarını yoklar, yaramı bitiştirir
tutuşup düşer kandilin dibine gömdüğüm karanlık
anberefşan
ya da gülperi’nin gecesi / CEVAHİR BEDEL
senin uzun gecelerinde bir göl var
düşüncenin buz hali tuz maya
çölün kumlu nefesi, kehribar…
sen üç kere açıp kapayınca ikindileri,
dönerken sevincini bir evin kendi yönünde
hep var kıymık gibi batan derine
senin uzun gecelerinde bir dağ var
karanlığı giyinince boğulduğum bir ırmak
zamanı acıya kurulu bir saat, sen bakınca tik tak
ölümü ağzından öptüğüm sisli sabah
kendime yuvarlandığım dikenli yamaç…
senin uzun gecelerinde bir taş var
ağır mı ağır çelik kanatlar
durmadan uçmayı giyenen bir kadın
koyu bir gölge trenler kalkmadan
tamamlanmamış sözlerin öldürücü soğuğu…
senin uzun gecelerinde kısa mı kısa bir bakış
eğik bir başın düşüşüyle kesilen
parmaklarının ucunda birikip taşan sıcaklık
alnımı dayadığım yok bir duvar…
senin uzun gecelerinde bir telaş var
hiç bitmeyecek bir aralık, acıya açık
ayaklarını uzattığın korunaklı yalnızlık
dokunmasız hınç, rafflesia rafflesia
hızla geçerken tüm bedenimden
senin uzun gecelerin yok gibi aslında
köşeli bir boşluk baktığım içinden
RÜZGÂRA MEKTUPLAR BIRAKIYORUM / GÜLSÜM CENGİZ
Yaşama söz kestiğimden beri
gidiyorum ardından bir yıldızın
devrime nişanlı yüreğimin
çağrısına uyarak.
Serüven değil aradığım
bir gençlik hevesi hiç değil.
Kimsenin kimseyi sömürmediği
ve insanların
sokaklarda kıvrılıp
açlıktan, soğuktan ölmediği
bir dünya istiyorum.
Yaşama söz kestiğimden beri
ardından gidiyorum bir sevdanın
devrime nişanlı yüreğimin
çağrısına uyarak.
Geleceğe umudunu, insana inancını
yitirmiş yüreklerin yere attığı
bir yıldızı parlatıyorum
her gün, her gün yeniden;
resmine bakıp gülümsüyorum.
Ah, ne güzel gülüyorsun…
Yaşama söz kestiğimden beri
ardından gidiyorum bu sevdanın
devrime nişanlı yüreğimin
çağrısına uyarak.
İğneyle kuyu kazıp
sözcüklerin büyüsünü arıyorum;
yağmurun her damlasında
her çiçeğin renginde,
her çocuğun, her kadının yüzünde…
Her acıda kanayıp
sarılarak her umuda
yaşamdan şiirler damıtıyorum;
ve her sabah yeniden
“Günaydın!” deyip güneşe
rüzgâra mektuplar bırakıyorum,
değiştirsin diye yazgısını insanlar
birleşen elleriyle.
insan olamayan ölü de değildir artık leş / hicran aslan
o mor pazenlerdeki desenler azaldığından beri
içini oydum sıfatlarımın oyunlarımı danslarımı sakladım ehlileşmez
ablukaya alınmaz bir ayrılık sevişsek bile kavuşamayız artık
sağlamlarım
baş ve ayak mezar ve şehâdet
mutlak ve tezahür arasında yarmak ve yaratmak o çırılçıplak ölüleri ki
bedenlerinde sevdiğini söyleyenlerin acımasızca açtığı yaralar
çünkü bildim bizi biz yapan içimizdeki boşluk geceye dağılan kadın
çığlıklarının yanlızlığı tanıklığın köprüsündeyken bizler hepimiz klavye şövalyeleri
unutabilmek bu hatırlatma cinleriyle vahyin başladığı yeri
ortancalarım
dönen çark kapanan çakra
aşk iskeletleri zevk ile ölüm arasında deliliğin muhafızları secdedeyken
eşiği geçenlerin konuştuğu kadar rahat konuşamaz baskı altında yaşayan kişi
sahipli sınırlı bayraklı cinsiyetli kimlikli damgalanma
oysa biçimsizliğin neminde taşlar kadar özgür olmak var
yara yara bütün incelikleri zevkin yönsüzlüğünde yaşlanmak
şimdilerim
korkuluk ile karga diken ile buğday
gayb ile bâtın ermekle delirmek arasında
çünkü antoposen çağda çöplüğümüzde boğacak bizi doğa
yitirdiği kadınların canlıların yeşillerin ve buz dağlarının hatırına
CİNNETE GİDEN TREN – HÂLE KORAY
DÜN YİNE GEÇTİ İSTASYONUMDAN
Cinnetin kara trenleri.
İsli vagonlarında serseri
anı kümeleri
öte dünya yolcularının
isteksiz koltuklarına gömüldüğü
ikinci mevki
kederli loş kompartmanların
kapalıydı pencereleri
İnsanlar, insanlar, ne çok insanlar
Kör, sağır hem de dilsiz onlar
Konuşmadan, görmeden
duymadan ve hiç birşey sormadan
inatla acı çekiyorlar
çektiriyorlar
Bir gün artık
Kimse duymayacak seslerini,
Sesimizi
İnsafı yok ne acının,
ne acı çektirenin
Taş taşın halinden anlamaz
Su ıslatmaz denizi
DÖNGÜ / Dilek Değerli
Sonsuz değil dilin soluğu bile
mağara duvarındaki boğa resimleri kadar
dehşetin kolları çok, elleri ahtapot
korku nöbette, iki direk arasına gerili telde
pıhtılar kurur yılların arasında
ama kimse bağışlamaz avcısını
ne zaman ki ölümün üstüne yürüsem
bir yılkı atı çıkar içimden
ev genişler.
Uzun koşuda düşerse bacaklarım
ellerimle koşacağım
parmaklarım da düştüğünde
bir perili ev taşınabilir artık yamacıma
buz kesince akamaz su
ama bilir ki orası bir bekleme odası
kendine geçmek için.
Kış treni biçerek geçiyor
yas dikenlerini ve pişmanlık heykellerini
birbirine sarılıyor denizle gök
ve aşağı atlıyor raftaki cam filler
bense bir yeldeğirmenine sarılmış
döndükçe aya değeceğimi sanıyorum.
Fado’nun gitarı; kül ve ateş / ECE ERSOY
Kılıcını çekmiş gece; bir bacağı eksik,
kuzguni saçları yeis yüklü
Burada işte; -acının yankısı girişte
Göğsümün üzerinde ay ve taş,
kırık bir pencereden dokunuyorum ruhumun derinliklerine…
Acıma uyanan çığlık, gece ezgileriyle yüklü
Yıldızlar;
gün gün,
saat saat,
dakika dakika ısrarlı; gözlerime doldurmak için iki dünya savaşını
Kendini telden bırakan bu ağıt; kıyametim
‘yaşamalı’ arasından, geceye karşı kendi gölgemi kamçılıyor ellerim
Gölgesiz sesimi getirin, uzaktan
bir düşün kesiştiği yalnızlığı,
bir de rüzgâra karşı söylenen o taşkın şarkıyı…
İzdüşümü / Musa Bêjevan
ruh teninde boğulurken
yaşamı kanıksayıp
aşkı rivayet ederiz
acıya riayetle
öteleyen kalbimiz
yoksunlukla inkılap eder
sığmaz alfabelere
münferit sayhamız
hasadını kaldırırken gece
söndürün güneşi
yıldızları yakın
dul kalan yüreğimiz
ölüme kiralanmış
müstakim sebillere vardık
maviye kan sıçratmadan
kuytularda anılır ismimiz
ölü şairler kitaplığımızda
ruhlarını unutmuş
su gibi kırılgan
buz tutmazken zaman
ekseninde döner intaka
acıyan yanımızdan akan cerahat
sözcüklerden geçen huzme
tadının kıvamındayken yalnızlık
anarız acıyı ve ölümü
önce kendini affet
sonra beni bağışla çünkü
her şair yalnızca sırrıyla gömülür
KELEBEĞİN CESARETİ / Engin Turgut
Ey yanlış masallar, içi boş şarkılar
Kederin aynası boynumda kırılıyor.
Ey dünyanın huzursuz dalgınlığı
Annede şefkat, kırmızıda nar ağlıyor.
Ey kurbağa, suyun şaşkın terbiyecisi
Yaprakta yağmur susmuyor.
Ey kalbimin pekala acıkması
Saksıda çiçek, kafeste kuş durmuyor.
Ey boşluğun içindeki sarı, kırılgan yaz
Issıza rüzgâr, aşka kanat takılmıyor.
Ey kelimelerin bulutlarını döktüğü kuytu
Külün gölgesi, ayrılık söz dinlemiyor.
Ey ipek gözyaşı, rengin kıyameti koptu
Zilzurna heves uçmaya tırmanıyor.
Ey kimsesiz melek, gözden düşen saflık
Suçsuzluk kimseyi korumuyor.
İçimdeki bahçe ormana sığmaz
Hayâllerin de canı acıyor.
Ey mucizenin esrik vedası
Ruhum tenhadan geçilmiyor.
Ey martılar bir de sokak lambası
Gecenin şerbeti aşksız içilmiyor.
Ey rüyadaki siyah hatıra
Gövdedeki yabancı dallarıma basıyor.
Ey ölüm, arkam, sağım, solum
Acılar sınıfta kalmıyor.
Ey tuhaf îmâ, açılmıyor korkunun kapısı
Hayatın mahcubu, yalnıza mektup yazılmıyor.
Ey kelebeğin çılgın zarafeti
Kalbim ayağa kalk, aşk şimdi başlıyor.
parmak izleri / Metin Kaya
ah, şu taşa tutulmuş serçe sürüsü ömrümüz
karanlık cümlelerden geçiyoruz
herkesin cebinde birer zehirli elma
neden ölümlüyüz ki bilinen hikâyenin sonunda
düşlerimizden meydan ateşi yaktılar
her kapıyı komşu bilen çocuklar
karşı mahallede çınlayan sesiniz
sığınaklarda masalsı(z) günleriniz
şimdi oyuncaklarda kalan parmak izleriniz
saklanır gözyaşlarına anaların
hangi yöne varsam kurşun izleri
hangi taşa dokunsam kan lekesi
sınırları kanatan tel örgülere ne demeli
bütün bayraklar beyaza mı boyansa
vahşî kelebek kamaşullah / Reha Yünlüel
boyu değil, işlevi hiç değil!
şiirin mezurası olmaz
uzunluğu kısalığı
genişliği, havadarlığı
doğaya nâzır, tepiğe hâzırlığı
hazır-löplüğü, inceliği, kalınlığı
eni ve boyu
işlevi, işlevsizliği
dize miktârı
sen gelirsin, yanına oturur
ben gelirim, yanına çömerim
o gelir, uzanır berisine
şu, durur öylece ayakta
dinleriz, dinlenir
durur dayanır, sabrımızı ölçeriz
dikkat dağınıktır
toplarız
bir daha dağılır
bir daha toplarız
ezberimiz boştur
hoştur allah hoştur
yatar uyuruz, uyanır
bir kâbusu kabuğundan mıhlarız
allah’ın hakkı üçtür
eh o zaman üç kere mıhlarız:
giriş-gelişme-sonuç
gökten düşen üç pabuç.
SENİN KISA HİKAYEN / MEHMET GÖZEN
sen,
sen olmadan önce,
yalnız bir ağaç gibiydin;
çıplak,
kurumuş,
yanmış…
Yaralı bir kartal gibi
kendi ölümünü bekleyerek
bir ayazda üşümüş…
Su boğar,
Ateş yakar,
ve kuşatmasında aç yırtıcıların
bir de tanrılar…
Bir gece ansızın sen,
nereden gelip
nereye gideceğini bilmeden,
her gece öldüğün gibi
bir kez daha kendi ölümünü bekleyerek…
Ellerin,
bir tavşan gibi tedirgin
ve yorgun
yüreğin bir kartal gibi
kararlı ve dingin…
Olmazsa olmazını
ve kaçınılmazını görünce;
bir savaşı bitirip
bir savaşı başlatarak yürüdün.
O an sen,
derin bir uykudan
kör ve sağır
ve gömülü bir taş gibi ağır
kendi çığlığınla uyanıp
kendi çığlığına karışarak,
ve ilk kez
gülümseyen yüzünde
dağılan gözlerini toplayıp
ve ilk kez
kim olduğunu
kendine sorarak;
Kimim ben?
O gün sen,
korkudan çürüyüp
meraktan çatlayarak
bir lahdin kapağını
ilk kez aralar gibi
ya da bir dehlizin gizemini
ilk kez yürüyerek…
O an senin
sudan derin
ateşten kavi
ve kelebekten narin olduğunu
fark edip
ve ilk kez kendine gülümseyerek…
O an,
yalnızca senin duyacağın kadar
gizli,
yalnızca senin anlayacağın kadar
gizemli sesini
evrenin ilk şarkısını
dağların denize yürüyüşünü
denizin dağları yutuşunu
ve çığlıklar kuşatmasında
ölümün erken güzünü
görerek irkildin.
O gün sen,
altın oraklı hüznün ekinine
şehvetin kanlı bir gürz ile lanetini
bir atlasın öte yüzünü,
Elifin,
bir lirin altın sesini
ve ak yıldızın izini
sürerek, sen,
sen olmaya geldin.
O gün sen,
ayaklarını ve ellerini
ve kocaman kafanı rehin edip
yüreğini kuşatarak
ve ölesiye korkarak,
çıplak bedenine yürüdün.
İşte o an
iz sürüp ovaya inince
nasılsa birden,
aklın kav,
kelamın dal,
dal ile kavın
bir dal ucunda belirdiğini
suyun mavi bir atlas olup
gelip sana yüz sürdüğünü
ateşin,
avuçlarında uysal bir dev,
acının,
bir kuğu gibi
gelip kollarında uyuduğunu gördün.
İşte sen,
işte tanrıların.
Tanrıların kör
tanrıların sağır olduğunu görünce…
Aşkın ve aklın kandiline
ergin bir kelebek gibi gülümseyip
ve ilk zaferini kutlayan
ağır ellerini keserek
ölüme yüz çevirdin,
tanrıları çıldırtarak, doğruldun.
Sonra sen,
suya kement,
aşka yol,
künk vurup aşk yerine
yarıp bir denizi köpüklenerek
acılar ülkesinden
aşk eline karar verince…
İşte sen,
sen olmadan önce
böyle başladı ilk yürüyüşün
işte böyle yazıldı harikulade ilk hikayen.
Sen,
ne kadar uzun
ne kadar çocuk
ne kadar güzel,
sen,
ne kadar ben.
İşte, üşümüş yaralı bir kartal gibi
kendi ölümünü bekleyip
kurumuş, yalnız bir ağaç gibi üşüyen sen,
kendi izini sürüp
bir ayazdan
kendi sesine doğrularak geldin.
Hoş geldin.
https://yeniadana.net/haber/21_mart_dunya_siir_gunu-70502.html