39. İstanbul Film Festivali’nde ikinci dalga

Emrah Kolukısa

Koronavirüs salgını sebebiyle bu yıl online bir seçkiyle izleyici karşısına çıkan İstanbul Film Festivali’nin haziran programı başladı.

39. İstanbul Film Festivali’nin online seçkisi haziran programıyla sürüyor. Mayıs seçkisini ne kadar takip edebildiniz bilemiyorum ama haziran seçkisindeki filmleri yakalamak için geç değil, üstelik yine ek gösterimler konuyor, yani bilet bulma imkanınız da var hâlâ.

“Parlak Günlerim” (Mes jours de gloire”)

ERKEKLERİN BÜYÜYEMEME HASTALIĞI

Haziran programından izleme fırsatı bulduğum ilk film “Mes jours de gloire” (“Parlak Günlerim”) adlı bir Fransız filmiydi. 20’li yaşlarından bir gencin yetişkinliğe adım atma sancılarını komedi türünde ele alan film Antoine de Bary’nin ilk uzun metrajlı çalışması. henüz ilk sahnede anahtarını evde unuttuğu için sahte bir yangın ihbarıyla itfaiye çağıran Adrien (Vincent Lacoste) genç bir oyuncu adayıdır ve bir kez daha anahtarını kaybettiğinde psikolog annesinin evinde yatıp kalkmaktan rahatsızlık duymayacak denli de çocukluğuna yakındır. Üstelik anlam veremediği bir iktidarsızlık sorunuyla boğuşmaktadır. Tipik bir Peter Pan sendromundan muzdarip (hangi erkek değil ki bu arada?) Adrien’in hikâyesi yer yer son derece matrak saptamalarla ve Lacoste’un sempatik ama bir o kadar da ustalıklı oyunculuğuyla zenginleşiyor. Hayatta yolunu bulmak ve büyümekle ilgili bu filmin finalde cinsellikle çözüme ulaşması ise (bazen bu kadar basit işte her şey dercesine) ancak böylesi vurdumduymaz bir komedi oluşuyla dengelenebilirdi olsa olsa. 

“Kestane Ormanından Hikâyeler” (“Zgodbe iz kostanjevih gozdov”)

ŞİİRSEL BİR MASAL 

İlginçtir, festivalin bu ikinci dalgasında ilk filmler beklediğimizden daha sık çıkıyor karşımıza. Bunlardan biri de Slovenyalı Gregor Bozic’in ilk uzun metrajlı yönetmenli denemesi olan “Kestane Ormanından Hikâyeler” (“Zgodbe iz kostanjevih gozdov”). Masalsı atmosferi, Çehovyen karakterleri ve bir ilk film için beklenmedik derecede ustalıkla kurgulanmış sahneleriyle (hele başlarda köy kahvesinde geçen bir oyun sahnesi var ki, ritmi, gerilimi ve ışığıyla olağanüstü gerçekten) izlerken bambaşka bir aleme sürükleyen bir film “Kestane Ormanından Hikâyeler”. Yugoslavya ile İtalya sınırındaki bir bölgede yer alan ve kestane ağaçlarının sarıp sarmaladığı bir coğrafyada 2. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında geçen film temelde yaşlı bir marangoz ile hasta karısının hikâyesi gibi dursa da yolları kesişen karakterler ve zamanda ileri geri sıçramalarla tekinsiz bir hayalet anlatısından da izler taşıyor. Bir anlamda savaş sonrası bloklara ayrılan dünyanın bir alegorisi olarak okumak da mümkün kestane ağaçlarıyla bölünen bu coğrafyayı ve kestanelerle örtülen açık mezarları… Şiirsel ve melankolik gibi tanımlamalar, ilk gösterimini Toronto’da yapan film için sıkça kullanılmış ama haksız da değil doğrusu, izleyince sizin de hak vereceğinize eminim.

Yazının devamını okumak için tıklayın