EMEK
Kalabalık çarşılara tortusu
Çökecek
Tüccarın kan pazarından
Mezarlığa taşıdığı paranın
Değirmeni döndüren ter ırmağı
Kuruyunca ardında tuz kalacak
Ve bir anı öfkeli işçilerden
‘Değirmeni döndüren ter ırmağı’ ne de güzel dizeler, Onat Kutlar’ın Pera’lı Bir Aşk İçin Divan şiir kitabında ki, ‘Bir Soru’ şiirinden.
Bu ter ırmağının kaynağının amacı, çocuklarına helalinden ekmek getirmek, evde tencere kaynatmak, onları eğitmek ve iyi örnek olmak.
İşleri tıkırında olan insanların çocuklarıyla aynı sıraları paylaşıyordum ilk okulda. Hepsi babalarının onlarla nasıl vakit geçirdiğini anlatırken ben babamın yorgun bedenini nasıl yatağa koyduğunu hatırlardım içim açıyarak ve sessizce. İlk okul da öğrendim bu iki sınıfı. Efendi ve köle gibi.
Sonra babamın, başını ellerinin arasına koyup düşündüğü günleri hatırlıyorum. Güzel konuşmalarını dinliyorum eve gelen arkadaşlarıyla. ‘Birlik olmalıyız, haklarımızı almalıyız’ diyordu onlara. Sonra öğrendim ki babam ‘Türk İş Sendikasının’ kurulması için çalışıyordu. Babam bana daha ilk okulda, sendikayı da öğretti. Gece gündüz okuyordu, konuşuyordu. Hayran hayran sessizce dinliyordum ona görünmeden. Gururlanıyordum. Bu benim babamdı. Gurur duyuyordum onunla. Onlarca insanlara anlatıyordu. Güzel şeyler anlatmalıydı ki babam onlara, hepsi mutlu ayrılıyordu. Baban öğretti bana başkaları için güzel şeyler yapmanın, insanı nasıl mutlu ettiğini.
Çalışma, insanla doğa arasındaki bir süreçtir Bu mücadele içinde insan bilgisi geliştikçe, insanlar doğanın ve toplumun yasalarını öğrendikçe bu çatı altında daha da bilinçli bir biçime dönüşüyor. Üretim insanın varoluşunun temel koşuludur. İnsan, çalışması ile hayvanlar topluluğundan ayrılmıştır. Doğayı etkileyip onu değişime uğratırken, kendi doğasını da değiştirmiştir. İnsanların çalışması ile hayvanların faaliyetleri iki bakımdan farklıdır. Hayvanların çalışmaları içgüdülerine bağlıdır. İnsan çalışması ise önceden planlanmış, amaca yönelik bilinçli bir faaliyettir. Babam o sapsarı sıcak altında çalıştıkça bedeninden akan o ter ırmağının ardında kalan tuzlar ve katmanları, yorgunluktan uyuyamadığı gecelerde sanki kendi güçlerini geliştirdi ve çalışmalarını, hareketini kendi kontrol ve emri altına alarak, herkesin gördüğü ama içinde kimsenin görmediği kendi kendine beslediği öz tabiatını değiştirdi. Hem üretime büyük katkılar sağlarken gece gündüz birlikte çalıştığı arkadaşlarıyla birlikte kapatilizmin insafsızca sömürdüğü iş gücüne sahip çıkmak istedi ve örgütlendiler. Niçin?
Emek güçlerine sahip çıkmak için. Kendine sahip olmak gibi, emeğine sahip olmak bilinçlenmek kötü bir şey değil ki!
Üretim araçları cansızdır ve insan emeği olmaksızın üretim araçları durduk yerde hiç bir şey üretemez. Ortaya ürün çıkarılabilmesi için üretim araçlarının emekçiler tarafından harekete geçirilmesi gereklidir Emekçiler üretim tecrübesi ile doğaya etki ederler Üretim tecrübesi, çalışma hüneri, iş alışkanlığı, iş bilgisi, görgü, beceri ve teknik bilgidir Bunlar çalışma süreci içinde öğrenilen şeylerdir. Eğitim insanların doğaya karşı verdiği mücadele ile, üretim ile iç içedir. İnsanlık tarihi kabaca ilkel komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum ve sosyalist toplum olarak beş üretim biçimi tanır.
Eğitim sorunu da bu üretim biçimlerinin gelişim süreci içinde ele alınması gereken bir sorundur. Üretim sürekli olarak değişir ve gelişir. Üretimin değişik gelişme derecelerine göre insanlar değişik üretim araçları kullanırlar, değişik yaşama biçimi sürdürürler. Buna bağlı olarak insanların ruhsal hayatları, siyasi, dini, hukuki, ahlaki, felsefi, sanatsal, eğitimsel görüş ve örgütleri de değişikliğe uğrar.
Yani, İNSANLARIN VARLIKLARINI BELİRLEYEN BİLİNÇLERİ DEĞİLDİR, TAM TERSİNE ONLARIN BİLİNÇLERİNİ BELİRLEYEN TOPLUMSAL VARLIKLARIDIR.
İlkel komünal hayat yaşayan ilk toplumlara ait elimizde yazılı belge yoktur Ama özellikle son yapılan arkeolojik kazılarla elimize çok sayıda araç, fosil, süs eşyası ve ilkel sanat eserleri geçmiştir. Özel mülkiyetin ve sınıfların ortaya çıkışı ile ilkel komünal toplumun bağrında sömürünün, sınıfların ve devletin olduğu köleci toplumlar doğmuştur Ortaya çıkan yeni ekonomik temele göre de yeni bir üst yapı oluşmuştur. Köleci ilişkiler tek tek ülkelerde farklı biçimlerde meydana gelmiş. alınabilecek ilk sınıflı toplumlar İÖ 4000-3000 yıllarından sonra oluşmuştur. Ortadoğu’da (Mısır, Sümer, Babbil, Akad, Asur, Hitit, Pers, Med, Mina, Saba, Find- ke, Lidya, Frigya) Orta Asyada (Urartu, Harzern, Kurşan), Uzakdoğu’da (Çin, Hindistan), Amerika’da (Aztek, Maya, Trahuanako, İnka) Akdeniz’de (Girit, Miken, Atina, İsparta, Roma ) kurulan bu ilk sınıflı toplumlarda eğitim sorunu daha düzenli bir yapıya kavuşmuş ve zamanla kurumlaşmıştır.
Köleci üretim ilişkileri üretim güçlerinin gelişmesini engellemiş, köleci toplumun bağrında bu toplumun çelişkilerinin çözümü doğrultusunda feodal üretim biçimi ortaya çıkmıştır Köleci toplumların feodal toplumlara dönüşmesi Avrupa’nın tüm ülkelerinde eşit düzeyde ve eş zamanlı olmamış, bazı ülkeler feodalizme, çözülen ilkel komünal toplumlardan ulaşırken, Doğu toplumları Avrupa feodalizminden farklı özelliklere sahip olmuşlardır
Feodalizmde iki temel sınıf var olmuştur. En önemli üretim aracı olan toprağın mülkiyetine sahip bulunan feodal beyler ve doğrudan üretici olan ve feodal beyler tarafından sömürülen toprak köleleri (serfler, köylüler) Ayrıca kentlerde kendi üretim araçlarına sahip tüccarlar, zanaatkarlar, bağımsız emekçiler de yer almış, ancak bunlar da feodal beylerin siyasi egemenliğine tabi olmuştur
Feodal üretim biçiminin bağrında, sermayenin ilkel birikim sürecinde çalışmanın nesnel koşullarından, topraktan kopan köylüler ve şehirlerde serbest hale gelen zanaatkarlar, işgüçlerini serbestçe satabilen «özgür işçi» durumuna gelirken, şehirlerde yeni bir sınıf, kapitalist sınıf (burjuvazi) yükselmiştir Gelişen yeni üretim güçlerinin, gelişimlerini köstekleyen feodal üretim ilişkilerini yıkması bir zorunluluk olmuştur.
Feodalizmin çöktüğü, kapitalizmin yükseldiği dönemde eğitimsel görüş, kurum ve örgütlerin gelişimi bilimlerin gelişimi ile iç içe gerçekleşmiş ve zaman içinde eğitime ilişkin bilimler gerçek anlamda biçimlenmiştir
Bilimlerin gelişimi şu üç toplumsal koşula bağlı olarak gerçekleşmiştir.
1) Bilimsel yasaların keşfinde, toplumun ya da bazı sınıf ve tabakaların çıkarlarının bulunması,
2) Bilimsel araştırmaların yürütülmesi ve yayılması için gerekli maddi araçların varlığı,
3) Bilimsel araştırmaların peşin yargılardan, geleneklerden, zihinsel alışkanlıklardan kurtulması, arınması (*)
İlkel komünal toplumda doğaya karşı verilen mücadelede en önemli araç olan eğitim, sınıflı toplumlarda egemen sınıfların elinde sömürü ve baskının sürdürülmesi yolunda bir araç olarak kullanılmıştır. Yani kölelik babadan oğula miras bırakılmaya mahkum edilmiştir.
Egemen sınıflar beşikten mezara kadar yalanları ile, sömürü ve baskı düzenlerini gizleyen, somürü ve baskıyı meşrulaştıran, propagandaları ile emekçileri oyalamaya, avutmaya çalışmışlar, dünya malını değersiz, ama mülkiyeti kutsal gören, sömürü ve baskıyı doğal sayan, aklıyla değil, iman duygularıyla hareket eden, başkaldırmayan insanlar yaratmak istemişlerdir
Sınıflı toplumlarda egemen sınıflar yazı – sözlü – resimli – müzikli tüm eğitim araçlarıyla kitlelerin düşüncelerini, duygularını, davranışlarını etkilemek, onlarda kendi çıkarları doğrultusunda görüşler, değer yargıları yaratmak, kendi felsefi, politik, ahlâki, dinsel, sanatsal görüşlerini emekçilere egemen kılmak istemişler ve eğitimsel görüş, kurum ve örgütleri bu amaç doğrultusunda biçimlendirmişlerdir
“İşçi ne kadar çok zenginlik üretirse, üretiminin gücü ve büyüklüğü ne kadar artarsa, kendisi de o kadar yoksullaşır. Ne kadar çok meta üretirse, kendisi de bir meta olarak o kadar ucuzlar. Şeyler dünyasının değerinin artmasıyla doğru orantılı olarak insanların dünyası değersizleşir. Emek sadece meta üretmekle kalmaz, aynı zamanda, genel olarak meta ürettiği oranda kendini ve meta olarak işçiyi de üretir.”
İşte bu sömürüdür. |
Karl Marks, toplumsal olarak gerekli emek zamanı kavramını kullanarak yeni bir toplumsal bakış açısı getirir ve neoliberal ekonomistlerden ayrılır. Çoğu ekonomist yalnızca bireyler üzerinden tartışırken Karl Marks toplumun bütününün penceresinden bakar. Toplumsal üretim karmaşık ve bileşik bir emek gücüyle yapılır ve bu emek birimi hayatta kalmak ve servet edinmek için birbirine ihtiyacı olan çok farklı emekçi insanlardan oluşur.
Üretim araçlarıyla kurulan ilişkiden hareketle, üretim araçlarına sahip olmayan ve emeğini ücret karşılığı satan herkes işçi sınıfına dahildir. Bu, Karl Marx’ın, sınıf mücadelesinde işçi sınıfının sayısının sürekli arttığına yönelik ifadelerinin ‘ampirik yönünün’, günümüz kapitalizminde geçerli olduğuna dair bir dayanak noktası oluşturabilir. Ancak üst-orta düzey şirket yöneticilerinin, teknokratların vb. ücretlilerin durumlarındaki iyileşme, proleterleşme sürecinin ampirik algılanışı ile uyuşmaz. • Üst-orta düzey şirket yöneticileri, teknokratlar, denetleyiciler vb. konumdaki ücretliler sermayenin kimi işlevlerini yerine getirmeleri açısından bazı Marksist yazarlarca işçi sınıfı dışında tutulur. Burada bu ücretlilerin kolektif emeğin işlevlerini yerine getirip getirmemesi önemsizdir. Bu şekilde, üretim ilişkilerinden hareketle yapılan işçi sınıfı tanımının kapsamı daraltılmış olur. İşçi sınıfının ortaya çıkan yeni kapsamı proleterleşme süreciyle daha uyumludur. • Kapitalist üretim sürecinin bir artı-değer üretim süreci olması ve bu değeri üreten emeğin de üretken-emek olması, maddi üretim sürecinin dışında sayılabilecek hizmet sektöründe çalışan ücretlilerin işçi sınıfına dahil edilip edilmemesi yolunda bir tartışmaya neden olmuştur. Kimi yazarlar, hizmet üretiminin de bir meta olduğunu iddia ederek tartışmaya “radikal” bir çözüm getirmiştir. Bu sektörde çalışanların sınıf konumlarına dair bir başka değerlendirme proleterleşme açısından yapılmaktadır. Bu sektörde çalışan ve proleterleşme eşiğinde olan tüm ücretliler işçi sınıfına dahil edilmiştir. • Bu durumda Marx’ın sınıf ve sınıf mücadelesine ilişkin ifadelerinin ve onun yazılarından çıkarılabilecek proleterleşme sürecinin ampirik yönüne uygun bir sınıf tanımlaması yapmak mümkündür. Üretim araçlarına sahip olmayan, emeğini ücret karşılığı satan, üretim sürecinde sermayenin işlevlerinden ziyade kollektif emeğin işlevlerini yerine getiren ve proleterleşme eşiğinde olan her iş-gücü sahibi işçidir.
Karl Marx’ta, artı-değer yaratan üretken-emekçi, işçi sınıfına denk düşer. Üretken-olmayan emekçilerin, genel adıyla “beyaz yakalılar”ın, sermaye üretim sürecindeki işlevi işçininkinden farklıdır. Her işçi emekçidir, ama her emekçi işçi değildir. “Beyaz yakalılar”ın yeniden üretim sürecinde yerine getirdiği, Karl Marx’ın tüccar için söylediği gibi, “yararlı bir makine” işlevidir. Son olarak şunu belirtmek gereklidir: “Beyaz yakalı” emekçileri işçi sınıfının dışında bırakmak, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkili birliği, yalnızca üretken-emekle sermaye arasında yaşanan bir çelişkiye indirmeyeceği gibi, sınıf savaşımını da yalnızca ikisi arasında yaşanan bir savaşa indirgemez.(**) Yazımı Onat Kutlar’ın dizeleri ile bitirmek istiyorum. |
Kiraz ve kamıştan kavalımızın
Sesleri
Dağılıyor havada
Bir kuyu ağzından geçiyor gibi
Rüzgarı mor fistanlı zamanın
Bu güzel şarkı da unutulacak
Kıyımlar acılar kanlar içinde
Savrulurken yaşadığımız günler
Bu soruyu mutlaka soracaksın
Ne kaldı ne kaldı bizden geriye? (***)
Salime Kaman
Sanat Yazarı