Üzüntünün Dili – Emre Toğrul

Emre Toğrul

Şu taşın, şu kapının dili olsa da, söylese !!

Böyle derdi bizim büyüklerimiz.

Her derdi, yeni daha büyük bir derdin içine yediriveren,

Her mutluluğu şu yada bu şekilde öteleyiveren kahpe dünya için,

Herşeyin bir dili vardır mutlak, o söylemese de.

Bizim büyüklerimizin şu ağacın, şu duvarın dili olsa da dediği,

İşte o biçim bir ifade, söylenmemiş, içine atılmış yıllardır misali.

İnsanlar, hayvanlar ve cansız maddenin bile dilini biliriz de,

Duyguların, hissettiklerimizin dili çoğunluk suskundur nedense.

İfade etmeye, anlatmaya, tarif etmeye can atarız ama,

O işi tam yapabilenin parmakla gösterildiği dünyada,

Yine içimizde kalır, sızar döşün altında derinde bir yerden çıkmaz.

Ah, o taşın bile dili vardır söylemese de anlar herkes ama,

Zavallı duyguların dili hep kesik, dudağı mühürlü, sesi kısık.

Neşe, sevinç, hayret, coşku, nefret, haset, kıskançlığın yine iki lafı,

Bir bakışı, bir vücut dili, bir dönüp gidişi var da,

O zavallı üzüntüyle hüzün, bir başlarına kalı kalıverirler aniden,

İçine içine iner, oturur bekler, ne bir ses, ne seda,

Belki bir iç çekiş, bir dudak bükme, iki damla yaş o kadar.

Taş bile, kapı bile dile gelir de, üzüntünün dili bile yok…

ΩΩ∞∞π∞∞ΩΩ

İnsan neye üzülür, niye üzülür, nereden üzülür orası muallak,

Amma velakin en çok ne susturur üzüntünün dilini bilirimisiniz?

Her gelen yeni üzüntünün diğerini aratması…

Her yeni üzüntü, aslında üzülmenin ne denli yıpratıcı olduğunu,

Hayatın nasıl boş tekerrürlerden, aynı kısır döngülerden oluştuğunu,

Üzüntünün insanı bir çeşit kısıt ve akıl tutulmasına gark ettiğini belletse de,

Bu dersi almak, insanoğlunun en zor ulaştığı hususiyetidir.

Çünkü üzüntünün dili yoktur, yutak ile mide arasında döş altında saplı durur.

Burada kastettiğimiz ne ‘’kendine üzülen’’ bir egoist sessizlik,

Ne öğrenilmiş çaresizlik girdabında bir kifayetsiz muhteris hüzün,

Ne de toplu hüzüne mecburen katılan bir yancılık, ortakçılıktır.

Hatta hippokampus denilen beyin parçacığıyla , sürekli eski hüzünleri çağırıp,

Amigdalae adlı parçacığın da duyguların kontrolünü bu anılara bırakmasıyla,

Hafıza ve duyguları karıştırıp yeni üzüntüler yaratmayı da anlatmıyorum.

Ben bugün dostlar; insanı dilsiz, damaksız, sessiz, soluksuz bırakan,

Hepimizin hayatında bir kez de olsa, içerisinin içerisini kor gibi yakan,

O en büyük ve gerçek üzüntüden dem vurayım dedim.

Hani bir türlü olmasını aklımızdan çıkaramadığımız, olacağına inanamadığımız,

Olduğuna şaşırmadığımız, ama oluşuna kayıtsız kalamadığımız keder.

Hani işi esip gitmek olan rüzgarın kalan izlerine üzülmek bizimkisi,

Hani yarının sıkıntısını almayan, yarının gücünü tüketen sessiz keder,

Hani ana yadigarımız, baba mesleğimiz olan, salt ve saf üzülmek bizimkisi.

Dostoyevski ustanın dediği gibi, kendinden çıkıp gezen hür ruhun,

Yüksek bilincin, derin yüreğin acı çekme terapisi bizimkisi.

Ve maalesef dostlar öyle bir duygulanımdır ki gerçek üzüntü,

O taşa, o ağaca, suya bile atfedilen, dili olsa da şöyle der ifadesinden bile,

Bigane, alakası olmayan, sessiz, derinde yutak ile yürek arasında sinmiş,

Essah üzüntü bugün anlattığımız…

ΩΩ∞∞π∞∞ΩΩ

‘’Cell’dergisinde yayımlanan bir araştırmaya göre endişe ve üzüntü,

Beyinde hafıza ve duygulardan sorumlu iki farklı bölge arasındaki

Elektrik trafiğini anormal artırıyor, karşı konulamaz bir gidiş geliş.

Üzüntü insan beyninin evrimsel sürecinde, bağlanmaya çare ararken,

Ve her türlü kayıba karşı çözüm üretirken geliştirdiği bir çağrı aslında.

Daha doğru ifadeyle, üzüntü biribirimizle bağlar oluşturma yetimiz için,

Hayat boyu ödediğimiz en büyük bedeldir.

Tabanını hep bir kötü anı, çağrılan yeni kötü endişenin sıvadığı bir bedel.

Oysa Buda der ki, dünya ne iyidir ne de kötü,

Tüm üzüntülerimizin kaynağı, dünyanın kötü oluşundan değil,

Dünyayı olduğu gibi içimize sindiremeyişimizden,

Dünyadan, onun verebileceğinden daha fazlasını isteyişimizdendir.

İsteyişimiz, oluşturduğumuz bağlar ve kayba dayanıksızlığımız çatışınca,

Amigdala nasıl çalkalanmasın, hippokampus nasıl ketum kalsın dostlar.

Bugünkü kelamımız ödediğimiz en büyük bedel, o derin üzüntü,

Hani taşın bile dili varken, dili bile olmayan o sessiz sedasız üzüntü…