Son kitabı vesilesiyle Paris’te bir araya geldiğimiz Selçuk Demirel ile yazarlardan, çizgiden ve Türkiye’nin geçtiği zor zamanlardan söz ettik.
“Elle yapılan her şey güzeldir” diyor Selçuk Demirel benim “Neden klavyeyle değil de elle yazıyorsunuz her şeyi?” soruma. Sorumu mazur görün, mail üzerinden söyleşi yapıldığında yanıtların el yazısıyla gelmesi çok (hatta neredeyse hiç) rastlanan bir şey değildir ama Selçuk Demirel tek tek tüm soruları el yazısıyla yanıtlıyor, ardından tarayıcıda tarayıp onları jpeg formatında mail olarak yolluyor. Belki biraz zahmetli ama belli ki onun için daha rahat ve dediği gibi daha da “güzel”. Selçuk Demirel ile Paris’te, 6. bölgedeki Buci Sokağı’nda sık sık gittiği Au Chai de l’Abbaye adlı mekânda buluşuyoruz. Amaç sadece fotoğraf çekmek ve biraz sohbet etmek, ne de olsa Selçuk Bey yazılı olarak yapmak istiyor söyleşiyi. Sohbet sırasında da hâlâ nasıl Yüksel Arslan ile her hafta buluştuklarını, neden artık La Palette’e eskisi kadar sık gidilmediğini anlatıyor ve Abidin Dino’dan Ara Güler’e bir çok tanıdık ismin geçtiğini anılarından bahsediyor. Keyifli sohbetin ardından yağmurlu Paris havasında metro istasyonuna doğru yürümeye başladığımda kafamda hala onun anlattıkları var: Bir kuşağın sanat ve dostlukla örülü sürgünlüğünde bitimsiz güzellikler yaratmış insanların portreleri adeta. Tıpkı son kitabı “Yazarların Yüzünden”de olduğu gibi.
-Son kitabınız “Yazarların Yüzünden” içinde 73 portre çalışmasının bulunduğu bir derleme. Nasıl ortaya çıktı bu kitap?
10 yıllık bir çalışmanın birikimi bu. Birkaçı hariç, büyük bir çoğunluğu Milliyet kitap ekinin kapak desenleri olarak yayınlandı. Buradaki yazarlar benim seçtiğim değil, benden çizmemi istedikleri yazarlar diyebilirim. Buna rağmen bu kitaptaki yazarların hepsini çok önemsediğimi söyleyebilirim. Bir okuyucu olarak belki bazı yazarları diğerlerinden fazla tanıdığım için daha fazla yakınlık duyduğumu da eklemeliyim.
-Her yazarın sayfasında onun bir eserinden kısa bir bölüm yer alıyor. Bu bölümler nasıl, neye göre seçildi?
Metin seçimleri tamamıyla keyfi ve keyifle yapıldı. Uzun zaman aldı, bazen yazarın bir-iki kitabını okumak gerekti. Bir kısım yazarların Türkçe çevirilerine bulunduğum yerden ulaşmak zor olduğundan editörüm Korkut Emrah Erdur’dan rica ettim. Kitap için seçilen bu kısa metinlerin resimleri daha sahici kıldığını düşünüyorum. Kitaba bakan birisinde aynı zamanda okuma isteği de uyandırsın istedim.
-Edebiyat sizin için önemli bir beslenme kaynağı belli ki.
Sadece edebiyattan, şiirden, yazıdan etkilendiğimi söyleyemem; bir o kadar da resim, müzik, sinema, sosyal yaşam, yediklerimiz, içtiklerimiz, yolculuklarımız, dostlarımız, aşklarımız, hepsi çok önemli. Yaşıyor olmak, yaşadığını hissetmek çok çok önemli. Zorbalıklara, adaletsizliklere karşı insanlar arasındaki karşı durma, dayanışma duygusu çok onur verici bir duygudur. Yaşarken bütün bu hayattan aldıklarımızın, nerelerden akıp süzülüp, hangi düşünce ve duygu kanallarından geçip, nasıl yazıya, sanata, yaratıcılığa dönüştüğünü söyleyebilmem çok zor; ama böyle, en azından benim için böyle.
-Bazı çalışmalarda fotoğraflardan yola çıkmışsınız. Bunu tercih etmenizin özel bir sebebi var mı?
Doğrusunu isterseniz başında neyi nasıl yapmam gerektiğini bilmiyordum. Ne sokak ressamlarının çizdiği portreler, ne de koca kafalı küçücük vücutlu portre karikatürler türünden bir çalışma değildi yapmak istediğim. Benim için kendi türünün en önemli yazar ve sanatçı portreleri çizeri yıllarca The New York Review of Books’da şaheser portreler çizen David Levine’dir. Onun kadar yetenekli olmadığım için başka bir biçim icat etmeliydim. Bu yüzden daha kavramsal portreler yapmaya çalıştım. Daha önce de başka bir söyleşide söylediğim gibi, yazarların sadece suratlarını değil ruhlarını da resmetmeye çalıştım. Bu kitapta her yazar için yazara dair yeni bir şeyler bulmaya çalıştım. Bu yüzden bu kitap değişik stil denemeleri olarak görülebilir.
‘Fransa’da kararlar sokakta alınır’
-Fransa’da yaşamak ve üretmek ne açılardan avantajlı sizce ve hangi açılardan dezavantajlı?
Fransa’da yaşıyor olmaktan şikâyetçi değilim. 40 yıldır burada yaşıyorum. Çalışıyor ve yayınlıyorum. Şikayet ettiğim şeyler tabii ki hep olacak. Fransa laik, demokratik, insan haklarına büyük ölçüde önem verilen ve gözetilen bir hukuk devletidir. Haksızlıklar, yolsuzluklar olmuyor mu? Oluyor… Eski başbakan, sağın yeni Cumhurbaşkanı adayının yolsuzluk haberleri bu günlerde akşam sabah gazete ve televizyonlarda tartışılıyor. Kimse çıkıp ne bu haberleri ortaya çıkaran gazeteciye gözdağı veriyor ne gözaltına alıyor ne de gazete ve televizyon kapatılıyor. Bu yüzden basın çok önemlidir. Dördüncü kuvvettir. Halkın bilme hakkını kullandığı önemli bir demokratik kazanımdır. Burada da basını susturmak, yolsuzlukları örtbas etmek politikacıların aklından geçmiyor değil. Ama çok zor. Fransa’da, ve belki bu bütün demokratik ülkelerde böyledir. Fransız Devrimi’nden beri birçok şeyin, halkı ilgilendiren birçok şeyin, kararını halk sokakta vermiştir. Bu Paris Komünü’nde de, 68 olaylarında da böyle olmuştur.
Bu Fransa’da en sevdiğim, kendimi bir vatandaş gibi iyi hissettiğim zamanlardır. İlk geldiğim yıllar zor ve parasızlık çektiğim yıllardı, ama çizdiklerimi yayınlayacak dergi, gazete ve yayıncılarım hep oldu. Zor zamanlarda umutsuzluğa kapılmadım. İçeriye girmeyi istediğim kapılar kendiliğinden açıldı. Geldiğim yıllarda Fransa’da oturma kartı almak çok zordu. Sanırım bugün neredeyse imkânsız gibi bir hale geldi.
Yabancı olmak, mülteci olmak, hele Müslüman bir ülkeden olmak işi iyice zorlaştırdı. Bence 11 Eylül ile birlikte batı toplumlarının kendi değerlerinden, insan hakları ve demokrasi konusundaki düşüncelerinden güvenlik politikaları adına geri adım attıklarını görüyoruz. Bu yüzden Amerika’da Trump seçildi, Avrupa’da da aşırı sağ politikalar prim yapıyor. Fransa’daki aşırı sağın başkanlık seçimlerinde ikinci tura kalmasına kesin gözüyle bakılıyor. Böyle bir Fransa’yı düşünmek bile istemiyorum.
-Türkiye’de gitgide artan bir baskı var, sanatçılara, akademisyenlere, gazetecilere karşı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz, biraz uzaktan bakınca ne görüyorsunuz?
Muhtemelen hükümet yanlısı bir Twitter ileri geleni (Başkentçi@başkentçi) “Seçmenin eğitim düzeyi yükseldikçe Ak Parti’ye oy verme oranı düşüyor” diye bir tespitte bulunmuş. İtiraf gibi bu saptama; Türkiye’de özellikle akademisyenlere, gazeteci ve yazarlara karşı varolan baskının neden yapıldığını çok iyi özetliyor. Türkiye’ye uzaktan bakmam çok zor, keşke yapabilseydim. Herkes için içinde bulunduğumuz zamanlar zor zamanlar. Uzun vadede iyimser olmayı çok isterdim. Bu zor günler geride kalacak, ama ne zaman? Bu, yakın geleceğimizin bugünden daha iyi olmayacağı düşüncemi değiştirmiyor. Demokrasi, insan hakları herkese lazım ve lazım olacaktır. Partizanlığı bir yana bırakıp, herkes kendi aklı, kafası ve vicdanı ile düşünebilse, içinde yaşadığımız bu KAOS’a DUR demek için, hayır demek için birlik olmaktan başka bir yol göremiyorum.
Bu desen ‘Az bile çizdim’
-Yaşar Kemal, Abidin Dino, Nâzım Hikmet gibi isimler birden fazla kez çizilmiş.
Evet. Yaşar Kemal ve Abidin Dino’yu çok yakından tanıdım. Dostluklarını paylaştım. Yazdıklarını çizip, boyadıklarını çok yakından izledim. Bu iki harika insan tarafından Nâzım Hikmet üzerine çok hikâyeler dinledim. Nâzım’ın onlar üzerindeki etkisi çok büyüktür. Bu yüzden bu üç büyük yazar, şair ve sanatçı için başka yerlerde başka nedenlerle yaptığım çizimleri de ekledim bu kitaba. Abidin Dino için yaptığım desenleri (Abidin Dino / Özel Koleksiyon – YKY 2003) daha önceki kitabımda yayınlamıştım. Nâzım Hikmet için; el yazmalarından oluşan Nâzım portresi 2002 yılında Nâzım’ın 100. doğum yılı dolayısıyla John Berger’in Le Monde Diplomatique gazetesinde Nâzım için yazdığı yazıya eşlik etmişti. Yaşar Kemal’e gelince… Bence az çizmişim, daha fazla çizmeliymişim onu. Ama öte yandan bu bir antoloji olmadığı için çok eksikler var elbette. Mesela Sait Faik, Sabahattin Ali, Yusuf Atılgan, Latife Tekin, Aslı Erdoğan, Albert Camus, William Faulkner, Joseph Conrad, Jack London, vb. daha birçok yazar da olmalıydı. Şairler için başlı başına bir kitap bile düşünülebilir.