Hepsi de aşka, sevdaya ve hüzne dairdi…
Çoğu; içli bir ezgiyle başlar, elem dolu bir umarsızlıkla devam eder, gözyaşı ganimetinin zenginleştirdiği sadomazoşist bir hazla biterdi.
Hepsi de ayrılık ve acıya dairdi.
…
Sıra sıra dağlarda dertler derya olurdu… Biri “Batsın bu dünya” derken, öteki “Durdurun dünyayı” dedi… Birinin tutunduğu dallara karlar yağarken, diğerinin ağustosta girdiği su buz kesti.
Yeri geldi, “Evvela Hüda’yı tanımasa idim, vallahi sen benim Allah’ım olurdun” deme cüretini göstererek acılarını doruğa taşıdılar.
“Ne çabuk tükendi olduğun günler”, dedi biri… “Kaderin böylesine yazıklar olun” dedi öteki.
Keşke, susayıp da çeşmeye varmaz olaydı, o güzel yüzünü görmez olaydı…
Neyse ki bazen “Mavi mavi” de bakıştılar sevdikleriyle… “Hadi gelin köyümüze geri dönelim” diyerek, yüreklerinde filizlenen kırsal özlemlerini dillendirmeyi de bildiler.
Neyse ki…
Çoğunda, bilinçsizce ya da örtülü bir bilinçle şekillenmiş “felsefe” vardı… Hayata bir bakış ve o boyutta gelişmiş duruş oluşturabildiler.
Öğrendiklerini, duyumsadıklarını, coşkularını, çöküntülerini paylaştılar sevenleriyle… Bir verip kaç aldılar bilemiyorum ama nakliyatın çok sağlam olduğu bir gerçek.
…
Müslüm Akbaş,
İbrahim Tatlı,
Orhan Kencebay…
Ve Ferdi Tayfur Turan Bayburtlu…
İkisi, Şanlıurfa’dan ayrılıp İstanbul’un yolunu tuttu. Geçerken, Adana’ya uğrayıp enerji topladılar… Diğeri Samsun’dan; “ Seni yeneceğim İstanbul!” diyerek kafa tuttu Metropol’e; yendi de…
Ötekinin yoluysa Adana’dan düştü İstanbul’a… Ağlaya ağlaya ağlattı sevenlerini.
Hepsinin de servetleri gözyaşlarıyla ıslak; neyse ki kanla değil!
…
Orhan Gencebay yıllardır, yüreklere vurduğu kalbinin aşınması sonucu sanırım, kardiyoloji servislerinin vazgeçilmez ziyaretçisi olmakta.
İbrahim Tatlıses ise, sahnenin dışına çıkıp gizemli sularda yaptığı gezintinin faturasını başına yediği kurşunla kestirdi.
Ferdi Tayfur’a felç hiç yakışmıyor… Hele ki, “kara’besk”in gözbebeğinde ağlarken dökülen gürül gürül saçları… Şimdilerde, hazan tadında seyrek bir mevsim yaşatıyor ona.
Ve Müslüm Baba…
Bir türlü kontrol edilemeyen gür sesiyle haykıran adam… Acı ve jiletlerin efendisi… Gerçi o hep karşı çıktı kesiklere ama… Müslüm Gürses’e de zamansız ölüm hiç yakışmadı.
…
Arabesk müzik dinler miyim, dinlemez miyim; bu benim özelim… Bu tarzda bir müzik anlayışına nasıl kulak açıyorum; bu da saklı kalsın bende.
Önemli olan, milyonlarca insanın onları muhteşem bir hazla dinleyip, yanı sıra sinemalarda izleyip beğenmiş olması… Yetmişli yıllarda, Yeşilçam’daki seks furyasına kafa tutup gişeleri kapattılar. Sanattan uzak ve fütursuz bir tavırla “soyunan” beyazperdeyi şarkılarıyla örttüler. Mendilleri ıslatıp ayakta alkışlandılar. Türk sinemasındaki belli bir dönemin kaderini değiştirdiler. Hayatımızı renklendirdiler… Bu renk kara’ydı ve yokluğu simgeliyordu ama olsun!
12’li bir boya seti aldığınızda, içinden siyah da çıkıyor beyaz da… Renkleri karıştırıp skalayı çoğaltmak size kalmış.
…
Bugüne değin birçok kitap okudum, film izledim, şarkı dinledim… Erich Segal’ın “Aşk Hikâyesi”ndeki genç ölümün yarattığı melodiyle karışık dramatik etkiden kimler yüreğini kaçırabildi ki? Angelina’nın babası Jon Voight’un başrolünde oynadığı, 1979 yapımı “Şampiyon” adlı filmin final sahnesinde, boksörün hazin sonuna ve minik oğlunun yakarışına kimler ağlamadı ki? Hatta filmin diğer adı da “ağlatan”dı.
Kayahan’nın pop krallığında “Katran karası, Hüzün tünelleri” vardı… Sezen Aksu “Git-me!” dedi, ayrılığa açılan bir kapı gıcırtısının aralığından… Rahmetli Tanju Okan’ın, ruhları çökerten şarkısı ”Kadınım” az mı acılı?
Okuduğuma göre, Mozart’ı dinlemenin zekâyı beslemediği kanıtlanmış. Ben Yılmaz Özdil’in yalancısıyım.
…
Neyse, boş verin!
Hepsi geçmiş… Hepsine de geçmiş olsun… Dilerim, Müslüm Baba gittiği diyara acılarını da götürmemiştir.
Ama unutmamakta yarar var…
Bizler, gözyaşlarımızın bonkör suyuyla, birilerinin pek de ekolojik olmayan yeşil’lerini çokça desteledik.
Onlar, acılarını besteleyince…
Şarkıları kara’besk bir tını eyledik…
Hayat aslında çok eğlenceliydi ama…
Biz “dinlemeyi” beceremedik.