Adana´nın gözünü seveyim.
Kasım´ı yarıladık, buralarda mevsim, en güzel zamanlarda.
Ama yine de ne zaman hafif bir ürperti sırtımı yalayıp geçtiğinde, o yıllara dönerim.
Yağdonduran Geçidi´ni aşıp da,
Karla ilk kez yirmi altı yaşında, Sivas gibi zemherinin yurt edindiği bir yerde tanışan bir Adanalının, kemiğine kadar donduğu zamanlara.
Bizler sıcağa alışmışız, iliğimiz, kemiğimiz ısınmalı.
Sivas´ta, Ocak ayında yepyeni bir yaşama adım attığımın haftasında, suratımın uyuşukluğa benzer bir duyguyla kasıldığını fark ettiğim ilk anda, kışın, aslında nasıl bir mevsim olduğunu anladım.
Soğuğun, insanın içine kadar üşüttüğü gerçeğiyle karşılaştığımda, düşündüm ki önce bizim kışlık diye aldığımız tiril tiril kıyafetleri kullanmaktan vazgeçmem gerek.
Bankada giydiğim kumaş eteklerin arasından giren soğukla muhatap olduğumda, dizlerime kadar gömüldüğüm karlı kaldırımlarda ayağımdaki topuklu çizmeyle ağaçlara tutunarak yürüdüğümde gülümseyen suratlardan çıkardığım sonuç; bir an önce topuklu, deri çizmenin yerini kar botlarının, ince kabanların yerini de kalın mantoların alması gerekliliğiydi.
Atkının ve berenin can kurtarıcı olduğunu anlamam da çok uzun sürmedi.
Uyurken, yorgan ve battaniye üst üste örtündüğüm halde bir türlü ısınamayışımın sebebini öğrendiğimde çok geçti tabii. Bütün bir kış kullandığım pamuk yorganı, onların yazın örtündüğünü duyduğumda, hayatta yün yorgan olduğu gerçeğiyle yüzleştim.
Yirmi dört saat yanıp da el değmeyen kalorifere rağmen hâlâ neden üşüdüğümü ise insanların buna ek olarak kömür sobası da yaktığında çözdüm.
Adana´dan gönderilen yerli patlıcanları, ilk alışverişimde aldığım yumurta kolisini, Oh! Ne güzel, dolaba koymama da gerek yok, at buz gibi balkona dediğimin üzerinden iki saat geçmeden patlayan yumurtaları, donan patlıcanları görmek de varmış kısmette.
Yazının devamını okumak için tıklayın