Ali Teoman’dan ‘Alacakaranlık Günce’

Ali Teoman, Mart 2011’de aramızdan ayrılmadan önce yayımlanmak üzere yayınevine dosyalar bıraktı ve bunlar, belirli zaman aralıklarıyla okurla buluştu. Teoman’ın yayımlanmasını vasiyet ettiği dosylardan biri de “Alacakaranlık Günce”. 1992 Yaz’ında, Paris’te yazılmış bu kitap, Ali Teoman’ın anlatı dünyasının ipuçları denebilecek inceliklerle dolu.

‘Bir us yarılması’

Salâh Birsel, sabah uyanır uyanmaz yüzünü yıkar ve iki bardak su içip kahvaltıdan önce yarım saatliğine de olsa yazı masasının başına otururmuş. Refik Durbaş’ın yazılarını bir araya getirdiği kitabı Şiirin Gizli Tarihi’nden nakille; “O yarım saatte çalışırsam aklımın bütün altınını kâğıdın üzerine dökmüş oluyorum,” dermiş Birsel. Kahvaltıdan yarım saat önce kalemine sarılır ve zihninin en dinlenmiş hâliyle bu zaman dilimini değerlendirirmiş. Güne, yazıyı düşünerek başlamanın kendisine iyi geldiğini, hiçbir şeyi düşünmeden yazıya sarılmanın hem yazısına hem kendisine farklı çağrışımlar kattığını da belirtirmiş.

Pek çok yazar için usta Birsel’in bu tutumu geçerli. Sabah kalkıp ilk iş yazı masasının başına oturmak, ustanın dediği gibi “aklın altınını” toplamakla birlikte kalem tutan elin hafızasını da güçlendirmeye yarıyor. O yazılanlardan anlamlı bir bütün çıksın ya da çıkmasın, fark etmez; önemli olan günün ilk hamlesinin yazıya dair olması…

“AKICI VE KARŞI KONULAMAZ”

Ali Teoman, Mart 2011’de aramızda ayrılırken yayımlanmasını istediği bazı dosyaları da teslim etmişti yayınevine ve bunlar, belirli zaman aralıklarında okurla buluştu. Teoman’ın kitaplaşmasını istediği bir başka dosyası daha geçen günlerde okur karşısına çıktı: Alacakaranlık Günce. Alacakaranlık Günce’den öğreniyoruz ki, Ali Teoman da hayatının bir bölümünde Birsel’in yaşamı boyunca gerçekleştirdiği sabah ritüelinin içinden geçmiş. İşte, Alacakaranlık Günce, Teoman’ın bir anlamda sabah yazılarının dökümü diye niteleyebileceğimiz farklı bir formla karşımızda. Farklı bir form çünkü bir bütünlük meydana getirmiyor bu günce. Dahası, klasik çerçevesiyle düşündüğümüz zaman “günlük” adı altında okumak bile pek mümkün değil yazılanları. Alacakaranlık Günce’yi olsa olsa bir “yazı güncesi” olarak okuyabiliriz. Bu güncenin güzel yanı ise Ali Teoman’ın üslubunun ortaya çıkmasına, farklı anlatım olanakları üzerine düşünmesine alan tanıyıp yazarı bugünlere taşımış bir dönemin dökümünü barındırıyor olması. Zaten Ali Teoman da bu yazı döneminin, kendisi için ne kadar verimli geçtiğini kitap için yazdığı önsözde belirtiyor.

Ali Teoman 2010 yılından sesleniyor bugüne kitabının önsözünde. Alacakaranlık Günce için Haziran 2010’da yazdığı önsözde; “Bu günceyi, bundan tam on sekiz yıl önce, 1992 yılı Haziran-Ağustos ayları arasında, Paris’te tuttum,” diyor yazar ve bu yazdıklarıyla ne yapmaya çalıştığını, nasıl bir disiplinle bu eyleme giriştiğini şu cümleleriyle açıklıyor: “Sabah yataktan kalkınca, birşey yiyip içmeden, yüzümü yıkamadan, doğanın çağrısına bile uymadan, perdeleri çekili odamın alacakaranlık dinginliğinde masamın başına oturup birkaç saat aralıksız yazıyordum. Telefon çalarsa, yanıt vermiyordum. Kapım vurulursa, açmıyordum. Yalnızca yazıyordum. Kafamda hiçbir tasarı yoktu. Hiçbir şeyi önceden planlamıyordum. Yalnızca, o anda aklıma gelenleri hızlı hızlı kâğıda döküyordum.”

Hedef?

“Kimi kez önceki gece gördüğüm bir düş oluyordu hedefim. Kimi kez kendi geçmişime dair anıları yazıyordum. Kimi kez ise biçem denemeleri yapıyordum. Ama çoğunlukla doğrudan doğruya sözcüklerin beni götürdüğü yere gidiyordum biryerden başlayıp. Bir yün kazağı sökmek gibi birşeydi bu: Akıcı ve karşı konulamaz.”

Ali Teoman’ın önsözde söylediklerinden, bu dönemde yaşadığının “bir us yarılması” olduğu söylenebilir rahatlıkla. Yazar bu yarı uyur yarı uyanık yazıya kaçma eylemini “yakaza” hâliyle bir tutuyor. Biz de Alacakaranlık Günce’de bu us yarılmasının, “yakaza” zihnin dökümleri üzerinden giderek Ali Teoman’ın anlatı dünyasına doğru güçlü adımlar atıyoruz.

Yazının devamını okumak için tıklayın