Yetmişli yılların başlarında, henüz mobilet hükümranlığı başlamamışken kenar mahallelerin “Cadillac”ıydı bisikletler. Plakaları, arkalarındaki seleleri, gece yanan dinamolu farlarıyla çok havalıydılar. Mahalledeki çocuklar için bisiklete binmek uzaya çıkmaya eşdeğerdi sanırım. Bu yüzden genelde babaları uyurken, annelerinin sessiz bağırış, çığırışları arasında bisikleti kaptıkları gibi sokağa fırlarlardı fırlama çocuklar. Fakat büyük bir sorun vardı. O zamanki bisikletler şimdikiler gibi çeşit çeşit, binmesi kolay bisikletler değildi. Tek tip, büyük ve kalıplı bisikletlerdi. Bisikletin direksiyonu ve koltuğu bağlayan çubuk, Ağrı dağı kadar yüksekti. STFÇ (Sınır Tanımayan Fırlama Çocuklar) mensupları bu soruna bisiklete garip bir biçimde binerek çözüm bulmuşlardı.
Paylaştığım görselde çizmeye çalıştım ama pek beceremedim. Çocuklar koltuğa oturmadan bacağının birini aradan sokup diğer pedala basıp, vücudunu yılan gibi kıvırdıktan sonra diğer ayağını dışardaki pedala koyup, kollarının limitlerini zorlayıp direksiyonu tutup yampik, yampik bisikleti sürmeye çalışırlardı. Bu stili düşe kalka öğrenirken, hatırı sayılırmiktarda baba dayağı yedikten sonra artık usta bir sürücü haline gelirlerdi.
Eminim bu stil bisiklete binenler benden daha iyi tarif edeceklerdir. Ben pek anlatamadım, çünkü ben ne yazık ki STFÇ mensubu değildim. :((( (Sefa Sofuoğlu)