Çetin Yiğenoğlu Son Meyhaneci(Öykü)

Değerli okurlar Çetin Yiğenoğlu’nun Son Meyhaneci öyküsünü bize ulaşması Face Book ‘ta Adana’nın eski Fotoğrafları gurubunda Son Meyhaneci adı ile anılan Hüseyin beyin bir fotoğrafının yayınlanması sonrasında fotoğrafın altına yazılan paylaşımlar yol açtı.Hüseyin bey Çetin Yiğenoğlu’nun Son Meyhaneci öyküsüne ilham veren karekter. Bende Çetin beyden bu öyküyü rica ettim sağolsun kitaptan bir değil iki öykü yolladı. Adana’nın eski meyhanecilerinin geçit töreni yaptığı öyküde derin sakin bir meyhane muhabbeti ve eskiye özlem var. Kartal Yavrusu adlı öyküyü de önümüzdeki günlerde yayınlayacağız. İlk linkten Adana’nın eski fotoğrafları gurubunda yayınlanan Hüseyin beyin fotoğrafına ulaşabilirsiniz. Haldun Taner Öykü ödülü ikinciliği olan kitabın seçici kuruluda edebiyatın milli takımı. Tebrikler teşekkürler.Çetin Yiğenoğlu.

Kemal Erdoğan

https://www.facebook.com/groups/495586090482780/permalink/5649532231754781

Kitaptaki tüm öyküleri okumak isteyenler bu linkten kitaba ulaşabilir

https://www.kitapyurdu.com/kitap/son-meyhaneci/5569.html

                                                                             

SON MEYHANECİ / ÇETİN YİĞENOĞLU

“Tak”

Kadehi vururcasına koydu masaya

“Bir duble keyif ver Baba beyaz olsun… Yok mu? Pembesinden bir duble mutluluk ver öyleyse … Gök mavisi sevinç de mi yok? Ya kan kırmızı aşk? Gramofonda huzuru çal lütfen. Nihavend makamında olsun.Uşşağa sonra geçersin… Kafalar iyice parlayınca al sazını eline sevgi ezgisini barış ve dostluk ritmiyle çal! E mi?” demedi o akşam Hamdullah Bey.

Kadehinin altını masaya vurduğunda çıkan “tak” sesi, oynadığı özel oyunun sahne ziliydi… Kadehi böyle her vuruşunda bir damla bile şarap içmeden esriyen Emekli Öğretmen Hamdullah Bey başka bir dünyada yaşamaya başlardı. Arkadaşı Emekli Zabıta Memuru Kemâl Beyin’de kendisinden farkı yoktu. Hamdullah Bey duygularını içinden geçirmekle yetinmeyip dile getirerek “keyif”ten, “huzur”dan söz edince Kemâl Bey de repliğini alan oyuncu gibi davranırdı. Hamdullah Bey bu kez içkisini içtikten sonra kadehinin altını masaya vurarak yanıtını verirdi:

“tak”

“Burada artık sek hüzün var…”

Hamdullah Bey’le Kemâl Bey için güzel günler, güzellikler yitik bir dünyada kalmıştı. Nihavent ve Uşşak makamındaki bütün plaklar kırılmıştı. Safiye Ayla yoktu artık… Ah! Neredeydi o eski günler; güzellikler? O derenin mi; şu tepenin mi, yoksa Kafdağının mı ardındaydı? Her şey Hamdullah Beyle Kemâl Bey yaşlanınca mı çürümeye, bozulmaya, kokmaya başlamıştı yoksa?

“Mirim” derdi Hamdullah Bey “artık büyük küçüğünü tanımaz, sevmez, laf dinletemez; küçük de büyüğüne hürmet etmez oldu. Akrabalık, dostluk, komşuluk, -akrabadan yakın  komşuluk- münasebetleri kalmadı. İnsanlar menfaatleri olmayınca birbirlerine selam kelam vermez oldu. Hayırseverlik, örf, adet, gelenek, görenek unutuldu. İşçi, memur, dul, yetim, esnaf için nafakasını haysiyetiyle sağlayarak yaşayabilmek marifet ister duruma geldi. Tek kıymet parçası para oldu. ‘Nereden, nasıl, hangi metotla kazanılırsa kazanılsın fark etmez, mühim olan para’ diye bir zihniyet gelişti. Hayali ihracat, ihale yolsuzlukları, rüşvet, soygun gibi suistimal vakaları arttı. Büyük bir ahlak çöküntüsü meydana geldi. Fahişe sayısı milyonu buldu. Gazetelerde sık sık bir lokma ekmek için bazı babaların öz kızlarını sattığı haberleri neşredilmeye başlandı. Bir köşe dönme lafı icat edildi. Serbest piyasa ekonomisi diye diye her şeyin canına okundu. Değişen kıymet ölçüleri bu şehirde insana hiç de batmayan küfür ananesini bile yok etti. Artık olur olmaz yerde galiz küfürler ediliyor. Ahmed Arif  boşuna mı demiş ‘Dostuna yarısını gösterir gibi / Bir salkım söğüde su verir gibi / Öyle içten / Öyle derin / Türkü söylemek, küfretmek / Çukurova yiğidine mahsustur’ diye? Artık adam gibi söven delikanlı da, zenginden alıp fakire veren, kire, kirliye bulaşmayan kabadayılar da kalmadı. Nerede bir karikatür Duran, Köylü Mithat? Gazyağcı’nın oğlu Mehmet, İnce Cumali, Çeçen Cumali, Deli Cabbar, Uçankale, Berber Mehmet, Gaspıralı, Şekerci Halil, Gedikli Kemâl? Hepsi birer birer çekip gitti. 1980’lerden sonra toplumdaki gelişmelere uygun mafya tipi teşkilatlanmalar çıktı ortaya. Bunların türemesi kabadayılığın kaybolmasının görünen sebebi. Ammaa, o yiğitleri bu toplum yarattı. Onlar halkın ruhunu yansıtırlardı. Kabadayılık erkek için bir ego işiydi. Erkekler için toplumda itibarlı olmanın, rüştünü ispatlamanın yolu yiğitlikten, kabadayılıktan geçerdi. Her şey bozuldu, her şey… Turşu suyu, koruk şurubu bile yok oldu. Aşlamayla şalgam bile bozuldu. Çırayla aransa bulunamaz artık bu içeceklerin hakikisi. Varsa yoksa kola… Şiş kebabının yerini hamburger aldı. Rakının, şarabın yerine ilaçlı biralar dayatıldı. Bakın! Biracı gençlere bir bakın hele. Hepsi afyon yutmuş gibi mayışıyor Allahıma. Hapçılık, jiletçilik de sonra türedi. Ah! Kemâlim nerede o içenin canına can katan canım Tekel Birası? Gel de arama ahırı (*) (*) Orhan Kemâl’in de geldiği bir meyhane, Dalgacı Mahmut’un, Sütlücü Hüseyin’in yerlerini. Nerede o eski meyhaneciler ha nerede? Adamları meyhaneci deyip hor görmemeli. Kaldırım filozoflarıydı onlar, kaldırım filozofları…Kaldırımlarda yetişmişlerdi ama her biri çok iyi birer psikologtu. Adamlarda bir yürek vardı, birer mangaldı. Yürekleri geniş, hoş görülüydüler. İnsanın gözüne bakar bakmaz anlarlardı gamını, kasavetini. Meyhane muhabbeti derlerdi ama adamların yaptıkları kesinlikle dert ortaklığıydı, moda dille söylersek psikoterapiydi. İnsanların rahatlamasını sağlamak için ellerinden geleni yapardı o meyhaneciler. İnsanlar da dergaha, ocağa gider gibi iki tek atınca rahatlayacaklarına inanarak giderlerdi o meyhanelere. Oralardan çıkarken de gerçekten rahatlamış olurlardı. Aaah, ah! Kemâlim, meyhanelerle birlikte mi bozuldu nizam?Yoksa nizam buzulunca mı meyhaneler bozuldu?”

“Tak”

“Bir duble umut ver Baba, çoşku kadehiyle…”

“Çoşku kadehi kırıldı Hamdullahım. Umut tükendi. İstersen, dinlendirilmiş bir ömürlük çile vereyim…”

“Aaaah, ah! Kemâlim ah!” derdi Hamdullah Bey, Kemâl Bey’in olumsuzluk içeren her sözünden sonra. Gerçekte bu “ah”lar gençliğine o sıcak günlere duyduğu özlemin dışa vurumuydu.

O zamanlar dünya ne kadar sıcaktı.

Pamuk tarlaları sulanmaya başlanınca soluk almak güçleşirdi, bu çukurovanın en çukur yerine kurulmuş kentte. Yaprak bile kımıldamazdı nemin her şeyi yapış yapış, vıcık vıcık yaptığı sıcak günlerde, insanlar hasta görünürlerdi. Hayvanlar bile dayanamazdı nemli sıcaklara. İtler, dilleri bir karış dışarıda, soluk soluğa dolaşırlardı ortalıkta. Zaman zaman kuşların bile sıcağa dayanamayarak soluklanmak için kondukları, tünedikleri yerden patır patır düştükleri görülürdü.

Bu sıcak diyarda her türlü bitki ve ağacın yanı sıra bol yetişen palmiyelerin, okaliptüslerin, kavakların başlarını göğe uzatmaları aşağı yeline özlemlerindendi. Buraların söğütleri, karabiberleri, asmaları gölgedeki serinliğe özlemlerinden başka yörelerdeki benzerlerine oranla daha salkım salkım, dal dal, yaprak yapraktılar.

Sanki cehennem bu ovanın altındaydı. Ancak, bu ovayla kent, cehennem sıcaklarına karşın yine de çekiciydi. Yüzlerce, binlerce yıldan beri insanlar için hep çekim merkezi olmuştu bu içinde oluştuğu ovayla birlikte. Çünkü verimliydi, bereketliydi. Taşı toprağı altın derlerdi. Dünyanın öbür ucunda bir olay olur, etkilenirdi bu kentle ovanın insanları. Kralların, imparatorların, padişahların gözü hep bu ovada olmuştu. Amerikan iç savaşı bile derinden etkilemişti bu insanları. Birileri gelmiş, “Pamuk üreteceksiniz” deyip gitmişti. İnsanlar Amerika’daki şavaştan habersiz pamuk üretmişlerdi. Dünya tekstil piyasasına egemen İngiliz tekstil fabrikalarına hammadde yetiştirmeye sayıları yetmeyince önce Toroslar’dan, sonra Afrika’dan ırgat birlikleri getirilmişti. Zorla iskana baş kaldıran Türkmenler’in soluğu Dadaloğlu, işte bu yüzden “Ferman padişahınsa dağlar bizimdir” demişti. Sıcağı, sıtması hep korkutmuştu insanların gözünü. Korkmuşlar, çok korkmuşlardı ama bu kentle ovanın sıcağından kaçmamışlardı yine de. Bir yolunu bulup direnmişlerdi sıcağa. Ev yapmıştı herkes gücüne göre… Gücü parası olan taştan, betondan saray yapmıştı; olmayanın evi ahşaptan, kerpiçten, sazdandı… ama tüm evler güneşgörsün, kışın sıcak olsun, yazın aşağı yelini alsın diye güneydoğuya bakar yapılmıştı. Tavanları yüksekti evlerin. Küçük ya da büyük olsun, içinde türlü çiçekler açan bir bahçesi vardı her evin.

Gün olmuş çiftbozup tarlalarını terk ederek Toroslor’a göçmek zorunda kalmıştı insanlar. Gün gelmiş bu topraklar için savaşmışlardı. Sık sık olmasa da zaman zaman bozulmuştu düzen. Ne ki, genel – geçer değerler, yaşam biçimleri pek değişmemiş, değişmesine izin vermemiş, her zaman korumuşlardı. Yemeklerini hep bol acılı pişirmişlerdi, bedenleri aşırı sıcaklara karşıkoysun diye. Doğal serinletici yiyecekler yemiş, içecekler içmiş, giysiler giymişlerdi. Savaşların etkisinde kalmışlar, salgın hastalıklara yakalanmışlardı ama yaşamsal alışkanlıklarını değiştirmemişlerdi yine de. Tersine davranmışlar, yaşamsal, toplumsal, kültürel değerlerine sıkı sıkı sarılmışlardı. Bu değerleri, gelenekleri, görenekleri öylesine içselleştirmişlerdi ki -özellikle ikinci büyük savaştan sonra- artık hiç değişmez sanılmıştı.

İşte bu yapı, zamanla bir kent ve kentli kimliği yaratmıştı.

Karizmatik bir kimlik… Bu kimlik yaşamın her alanında belirleyiciydi. Sonradan gelenler bu kimliği değil, kendilerini değiştirmeye, bu kimliğe uymaya çalışırlardı. Gün gelir bu kentli, Adanalı olmakla övünürlerdi.

Bu kentte Arasta diye bir yer vardı. Bir çarşıdan çok bu kentin kalbi gibiydi. Yazın cehennem sıcaklarında gün devrilip aşağı yeli efil efil esmeye başlayınca Aladağ gibi olurdu Arasta. Aşağı yelini boğaz gibi çekerdi.

“Tak”

“Bir duble özlem ver Baba, yarin  dudağından çalınmış buse kıvamında olsun!”

“İstemediğin kadar özlem var Hamdullahım ama malt ızdırap kıvamında…”

Baba Selo (Selahattin) işte bu Arasta’da yaşamıştı. Bu kentin ve kentlinin tüm değerini benliğinde taşıyan, süzülmüş kimliği, simgesiydi Meyhaneci Baba Selo. Makedonya kökenli Arnavut göçmeniydi. Babasının meyhanecilik yaparak yaşamını kazandığı Selanik’te doğmuştu. Annesi Mari ise Makedonya kökenli Rum’du. Henüz ‘taytay’ durmaya başladığı sıra Anadolu’ya göçmüşlerdi. İlk gençlik yıllarını İstanbul’da geçirdikten sonra Doğu Akdeniz’e savrulmuş, İskenderun’da Levanten kültürüyle yetişmişti. Anadolu mutfağının sentezlendiği İskenderun’da öğrenmişti mesleğinin gizlerini, Akdeniz, Arap ve bozkır yemeklerinin, mezelerinin inceliklerini; beş – altı parça malzemeyle yarım saatte  otuz çeşit meze yapardı. Onda Tomaların, Hristoların, Apostolların ruhu vardı.

Baba Selonun meyhanesi Arasta’daydı. Meyhanenin temeline Şarap Tanrısı Baküs harç koymuştu kuşkusuz!

Asmaaltı’nda her şeyin bir sırası vardı. Gramofonda nihavent çalarken önce  milli piyango satıcıları, ayakkabı boyacıları, bir kartelaya beş fişle sigara çektiren tombalacılar girerdi içeri. Sonra badem içi, ceviz içi, firik şamfıstığı, fındık satıcıları görünürdü. Omuz omuza sürtünmeler dolayısıyla bir insan sıcaklığının dalga dalga taştığı  Asmaaltı’ndan yalnız Baba Selo’nun  değil  kurdun da, kuşun da geçimliği çıkardı.

‘Safiye Ayla’nın, Müzeyyen Senar’ın gramofonla kafaları parlatmasından sonra çıkardı ortaya darbuka, keman ve klarnet ustaları. Böylece sıra kulağa klarnet üfletmeye gelirdi. Daha sonra zemberek nerde boşanır bilinmezdi…

Bunlar daha dünkü anılar gibi taze ve canlıydı Hamdullah Bey’le Kemâl Bey için.

Asmaaltı artık meyhane olmasa, bir kunduracı atölyesi olsa  da fark etmiyordu. Yine çoğu  yaz akşamı, meyhaneye gelir gibi geliyorlardı. Aradaki fark yalnızca, şaraplarıyla evde eşlerine hazırlattıkları mezeleri yanlarında getirmeleriydi. Gündüz ustaların, çırakların kundura yapmak için kullandıkları masaya  eski gazete sererek sofralarını açmalarıydı. Çilingir sofrası derlerdi ama bir avuç ondan, bir adet şundan, bir tadımlık bundan diyerek  bir şölen sofrası donatırlardı. Eğer günlerden aybaşıysa sofrada fırında kelle (yarım) ile şırdan dolması da bulunurdu. Bazen yakındaki kebapçıdan çiğ köfte bile getirtirilirdi.

Asmaaltı’nın yeni sahibi kunduracı, mahallenin bekçisi, gençleri de tanırdı Hamdullah Bey’le Kemâl Bey’i. Çoğu akşam gençlerde katılırdı bu “iki yaşlı delikanlının muhabbetine”.

Konu genellikle aynıydı; ya bozulan düzen, yiten, yok olan değerler ya da Meyhaneci Baba Selo’nun öldürülmesiydi. Konuşmayı genellikle Hamdullah bey  açar  ve sürdürürdü. Kemâl bey ise aralara girip sorular sorup önermelerde bulunarak söyleşiyi sürekli ateşlerdi. Hamdullah Bey, konuşmaya başladığında eğer mahallenin gençleri gelmiş ve biralarını içerken  kendisini dinliyorlarsa iyice çoşar, öğrencilerinin karşısındaymış duygusuna kapılırdı.

Hamdullah Bey’le Kemâl Bey’in söyleşilerinde genellikle söz döner dolaşır Baba Selo’ya ve öldürülmesine gelirdi. Söz cinayetten açılınca çoşar, ateşli konuşmalar yaparlardı.

Mahalle bekçisi Mustafa’da genellikle cinayet konusu açılınca çıkardı ortaya. Sanki kapının ardında o anı beklerdi. Bekçi Mustafa geldiğinde cinayet konusu konuşulmuş olsa da fark etmezdi. Hamdullah Bey’le Kemâl Bey az önceki  tartışmaları sırasında ortaya çıkan anlaşmazlıklarla  ilgili sorular yönelterek Bekçi Mustafa’yı söyleşiye çekerlerdi. O zaman Mustafa uzman bir cinayet masası dedektifi pozuna bürünürdü. Üçü, her şöyleşide yeni teoriler üreterek Baba Selo’nun istese ölmeyebileceği sentezine varırdı. Bekçi Mustafa, “Geç oldu beyler, artık toparlansanız iyi olur. Ekip amiri bu saatte sizi burada yakalarsa bana iyi demez”  türünden sözlerle yaklaşırdı. Ama daha sonra “Hamdullah Bey’le Kemâl Bey’in gül hatırlarını kıramadığını” belirtip kendisi de söyleşiye katılarak sonuna dek kalırdı.

O akşam cinayet konusunu Kemâl Bey açtı:

-Bok yoluna gitti rahmetlik.

Hamdullah Bey:

-Pek öyle denemez; eşşeklemesine ölümü seçti demek daha doğru olur. Sürekli tehdit alıyordu. İnsan biraz dikkat eder, tedbir alır.

Bekçi Mustafa:

-O gün bana bir sinyal verseydi bütün bunlar olmazdı. Kuş uçurtmazdım çevresinde.

-O gün hastaymış, diye araya girdi Kemâl Bey. Yenge “gitme” diye çok ısrar etmiş ama olmazlanmış rahmetlik. “Arkadaşlara ayıp olur” deyip gelmiş.

-Sen onu bırak, dedi Bekçi Mustafa, Taksi Ali biracının yeğenini görmüş. “Yüzünde hacı yüzü yoktu. Ruh gibiydi. Uçuyordu.” diyor. Baba’yı ikaz etmiş,”Gitme, bugün dükkânı açma!” demiş. Baba aldırmamış,”Eee, sokağada mı çıkmayak artık? Bu yaştan sonra çakaldan korkup kaçtı mı dedirtek kendimize?”

Kemâl Bey atıldı:

-Baba tedbirliydi ama, oğlan kalleşçe vurmuş. Baba oğlanı görür görmez anlamış bir şeyler olacağını. Hemen tezgaha doğru gitmiş. Baba yaşlı, oğlan kedi gibi… Fırlayıverip bıçağı batırmış böğrüne.

Hamdullah Bey çoşkulu:

-Her gün dükkânı Baba’yla açan Kıvırcık Emin’in de o gün gecikeceği tutmuş. Kıvırcık o sıra orda olsaydı vallaha depretmezdi iti.

Kemâl Bey:

-Sen bırak Kıvırcık’ı, Baba tezgaha varabilseydi, alimallah dilik dilik doğrardı.

-Hee valla, dedi Bekçi Mustafa, Baba böğrüne bıçağı yedikten sonra eline satırı geçirmiş de Arasta’nın çıkışına kadar yüz metre, kovalamış. Bir yandan barsaklarını toparlıyor, bir yandan kovalıyormuş iti.

-Eee eski toprak ne de olsa, dedi keyifle Hamdullah Bey.

-Bir eline geçirseydi kıyma yapardı allahıma, diye ekledi Kemâl Bey, ağzını şapırdatarak.

-Bütün derdi yetim torununa liseyi bitirtmekti, dedi Hamdullah Bey. Çocuk akıllıydı, çalışkandı. Liseyi bitirince yükseği hem çalışır, hem okur diye düşünüyordu.

-Hastaydı diyorsunuz ama Baba’yı öldürülmesinden bir saat önce gördüğümde çok iyiydi.

Taksi Ali yanılıyor, diye söze girdi Bekçi Mustafa. Bir gün bu oğlanın şişe kırdığını duydum. Onun için geldim ama bir şey demedi. Güldü geçti. Yüzünden nur  akıyordu. Ölüm iyiliğiymiş demek.

Kemâl Bey:

-Ben böyle bir şeyi bekliyordum.

Bekçi Mustafa:

-Ben de.

Hamdullah Bey:

-Neden?

Kemâl Bey:

-Yeni açılan birahanenin sahiplerinin tekin adamlar olmadığını duymuştum. Bunların öncekilerden yaman olduğunu söylemişlerdi.

Bekçi Mustafa:

-Ben de huylanmıştım ama Baba’nın  onların da hakkından geleceğini sanıyordum.

-Ben de, diye onayladı Kemâl Bey.

-Sen de mi böyle tevatürlere inanıyorsun bire Mustafa, diye karşı çıktı Hamdullah Bey.

-Vallahi ne yalan demeli hep öyle düşündüm ben.

-Bildiğin müşahhas bir şey var mı Mustafam?

-Hamdullah abi sen de biliyon ki rahmetli eski topraktı. Benim de sevip hürmet ettiğim biriydi. Bu yeni yetme züppeler gelince adamın ekmeğiyle oynamaya kalktılar. Baba, “Gidin rızkınıza bakın. Benim ekmeğimle oynamayın” dediyse de üstüne üstüne geldiler. Geldiler de ne oldu? Bir sabah baktık Beyaz Ayı Pub yanmamış mıydı? Sonra arka sokağa, Bizim Yer biracısı kuruldu. Ona ne oldu? Biliyonuz, Baba’yı tehdit etmeden altı ay rahat rahat çalıştılar. Amma Asmaaltı’yı kapatması için Baba’yı tehdit ettiklerinden bir hafta sonra  adamların dükkanı havaya uçtu. Ben tüpün kaçak yapıp da patladığı mavalına inanmıyorum. Baba bunlara da bir iyilik düşünüyordu ama adamlar yaman çıktı, er davrandılar.

-Bunlar senin tefsirin Mustafam, dedi Hamdullah Bey.

-İyi de Baba’yı bıçakla vuran birahanecinin yeğeniydi, bunu unutmayın!

-Hapçıymış pezevenk, diye söze girdi Kemâl Bey.

Hamdullah Bey sigarasından derin bir nefes alıp kadehindeki şarabı bir dikişte içtikten sonra konuştu:

-Katil birahanecinin yeğeni de, hapçı da olmasa fark etmezdi. Baba mutlaka öldürülecekti. Daha doğrusu Baba Selo da, meyhanesi de nizam tümden bozulunca ölmüştü. Evet, hiçbiriniz, hiçbirimiz fark etmedik ama o çoktan ölmüştü de gömülmeyi bekliyordu. O genç bu işi yaptı işte…

Hamdullah Bey’in gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Kemâl Bey’le Bekçi Mustafa da Hamdullah Bey’den etkilenerek sessizce ağlamaya başladılar. Bu ağıtlar Baba Selo’dan çok kendi gençliklerine, soluk bir fotoğraf gibi belleklerine çakılan yaşadıkları güzel günlereydi. Üçünün de, ağlarken usundan Baba Selo’lu günlerdeki Asmaaltı Meyhanesi geçiyordu. Hamdullah Bey, Kemâl Bey ve Bekçi Mustafa gibiler için yaz geceleri artık daha sıcaktı. Son meyhanenin kapanmasından sonra sıcaklar birdenbire artmıştı sanki. Baba Selo’yla birlikte tavana asılı balık ağı da  üzerindeki kurutulmuş balıklar da, (ille de tavandan iple sarkıtılarak uçuyormuş gibi gösterilmeye çalışılan kanatları açık kurutulmuş kırlangıç gibi) Marilyn Monroe’nun kırmızı kadife üzerinde çıplak poz vererek çektirdiği fotoğraf da, Ressam Avni Lifij’in kendi yaptığı şarap ve pipo içer pozdaki portresi de yok olmuştu. Yok olan yalnızca, bir meyhane ve bir meyhaneci değildi; bir yaşam biçimiydi.

Hamdullah Bey, o akşam kadehini son kez vururcasına koydu masaya:

“Tak”

“Bir duble dostluk ver Baba” dedi sonra,”insan insan koksun!”

Hamdullah Bey’in son vuruşunda kadeh kırılmıştı.