Onlar gibi olmayı çok isterdim…
Mutluluk ve sorumsuzluğun yanı sıra sorunsuzluk tadında yaşamak, serotonin ve endorfinin beynimizden engelsizce aktığı yılları kucaklamak…
Onlar gibi oynamayı çok isterdim…
Oyunların, benden habersiz, duygularımla oynamadığı, acıların, ihanetlerin ve kirlenmenin yüreğime sıvanmadığı mevsimlere koşmak…
Onlar gibi, gülümseyen sergiler açmak…
Gülerken ağlamamak, ağlarken sancımamak isterdim.
…
İlker atölyeme ilk geldiğinde, 2007 yılının terli bir mevsimindeydik sanırım. Henüz 7 yaşındaydı. Tutunduğu eli, babası Halit Gündoğdu’nun avucunda kayboluyordu. Biraz delifişek, biraz sevimli, biraz da ağır duruşu vardı çocuğun. Benimle resim çalışmak istiyordu. Komşuları Emine Hanım’ın önerisiyle gelmişlerdi. Eline bir kalem bir de kâğıt tutuşturdum. İlk çizgisini görmek istedim. Gördüm de… Ve o çizgi biçimlenirken çoğaldı, çoğalırken resimlendi, resimlenirken sergilendi yıllarca.
…
Yaklaşık 6 yıl, resim tadında demlendik İlker Gündoğdu’yla. Bir de çayımıza şeker kattık; küçük sevimli kardeşi Efe Gündoğdu’yu da aldık aramıza… Birkaç karma sergiden sonra, 6 Nisan 2012’de, onların ilk kişisel resim sergisini Taş Mekân’ın cep galerisinde açtık. Temayı palyaçolar üzerine kurduk…
“Gülerken Ağlamayan Palyaçolar”
Yüzü gülerken içinin ağladığı zamanları yaşamamış yetişkin insan var mıdır? Acıları taşmasın diye, kahkahalarıyla yüreğini örtmemiş… Hüzünleri dışarı sızmasın diye, gülümsemesini ağzına kilitlememiş… Yaşama baktığı pencere kirliyken, dudaklarına perde çekmemiş…
Hiç kimse var mıdır, gülerken ağlamamış? Hayat bazen, ağlarken gülmeye sarılmakmış. Ama bir de çocuklar var ki… Onlar gülerken ağlamazlar, ağlarken de gülmezler. Her duygularını safça ve net yaşarlar… Ve dışa vururlar olabildiğince esirgemesiz.
…
Mekân sahibi Bülent Mühür’ün naif ölçülerdeki sanat galerisinde yaptık açılışımızı. İki de hanım (canlı) palyaçomuz vardı. Elli dolayındaki resmin hepsi rengârenkti. Açılışta ve sonrasında, sergiyi ziyaret eden herkes çocukluğunu bir kez daha yaşadı orada. Oyunlar oynandı; gerçek oyunlar. Suratlar boyandı, palyaço kıvamında. Sevinçli çocuk çığlıkları yükseldi Taş Mekân’dan…
Bir de konuk ressamı vardı etkinliğin; Eren… Tek bir palyaço resmiyle sergiye eşlik etti. O da sanata atılan ilk adımdan payına düşeni aldı.
Yanı sıra, tatsız bir haber de aldık; Bülent Mühür, o yılın Haziran’ından sonra, mekânındaki tüm sanatsal etkinliklere son noktayı koyacak, dediler. Üzüldüm doğrusu! Çünkü Taş Mekân’ın Adana sanatındaki yeri bambaşkaymış gibi gelirdi bana… Çıkarsız bir ilişki olarak bilirdim, Bülent Hoca’nın sanatla olan flörtünü. Yıllarını, parasını, duygularını harcamıştı orası için… Neden öyle yaptı, hâlâ bilemiyorum. Vardı mutlaka haklı bir gerekçesi. Belki de yorulmuştu ya da yılmıştı bazı tatsızlıklardan. Üzülmekle birlikte, saygıyla da karşıladım kararını.
Neyse!
Bazen düşünüyorum da…
Şimdi çocuk olmak vardı be kardeşim! Onlar gibi;
İlker, Efe ve Eren gibi…
Durmak vardı şimdi; hiç kar değmemiş dağ zirvelerinde bir kardelen gibi.