Adana’da, sıcak bir ekim günü sabaha doğru, sanki bu dünyada acelem varmışçasına ebeyi dahi beklemeden, komşu teyzenin ellerinde dünyaya gelip de ilk çığlığımı attıktan sonra gözlerimi açıp fotoğraf çekmeye başladım.
Gözlerim benim doğal fotoğraf makinem oldu.
Önce, şaşkın ve telaşlı komşu teyzeyi sonra, mutlu ama yorgun annemi ve sonra da beni sevgiyle kucaklayan babamın neşe taşan fotoğraflarını çektim.
Hayatımın bu ilk fotoğraflarını alıp kalbimin en sıcak ve en derin yerine yerleştirdim.
Tozlu sokaklarda bitkin düşünceye kadar top peşinde koştuğumuz, gulle oynadığımız, gazoz çekiştiğimiz, kanallarda neşeyle çimdiğimiz, fırındak çevirdiğimiz hayatın kimbilir nerelere savurduğu sıcacık yürekli mahalle arkadaşlarımın özlem dolu fotoğraflarını çektim.
Ve sonra, loğ taşıyla sıkıştırılmış toprak damlarında gündüzleri kasnaklı ya da avganlı uçurtmalar uçurduğumuz, güvercinlere parlak çektiğimiz geceleriyse cibinliğin altından yıldızları sayarak terli uykulara daldığımız o güzelim Adana evlerinin fotoğraflarını çektim.
Bu sararmış fotoğraflara bakarken içim titrer .
Ve bunları da diğerlerinin yanına koydum.
Ve sonra, şimdi yerlerinde çirkin, ruhsuz beton binaların yükseldiği her biri diğerinden hoş yazlık sinemaların gazozlu, eskimolu fotoğraflarını çektim.
Ve dönüp, tahta bir sandalyede oturmuş elinde Zaman gazozu ağzı bir karış açık, kıpır kıpır film izleyen kendimi çektim.
Ne zaman fotoğrafa baksam kısa pantolonlu çocuk muzipçe gülümser bana.
Bir gün gezmeye giderken elimi birden çekip ”Nene ben artık büyüdüm elimi bırak” dediğimde çocuksu halime bakıp sokağın ortasında şen bir kahkaha atan, başörtülü ama yüreği ve kafası güneş kadar aydınlık nenemin bol kahkahalı fotoğrafını çektim.
Bir sabah uyandığımda evimizin önünden geçen tankların ürkütücü, gri ve soğuk fotoğraflarını çektim.
Deniz ve arkadaşlarının da fotoğrafını çektim.
Bana burukça gülümseyen bu üç genç adamın fotoğrafı hep nemlidir.
Ne zaman elime alsam gözlerimden süzülen bir kaç damla yaş fotoğrafı ıslatır.
Sivas’ta acımasızca yakılan otuz yedi aydının, otuz yedi güzel insanın fotoğraflarını çektim.
Fotoğraflara her baktığımda içimde bir şeyler yanıp tutuşur.
Onların şiirleri, yazıları, müzikleri, dansları cayır cayır yanarken dışarıda sevinç naraları atanların da fotoğraflarını çektim.
Ama ağladığım ve ellerim titrediği için hepsi bulanık çıktı.
Maçlarda coşkuyla bağıranların neşeli, mitinglerde ve yürüyüşlerde hırsla bağıranların, coplananların, yerlerde sürüklenenlerin iç burkan acımsı fotoğraflarını çektim.
Bunları da diğerlerinin arasına koydum.
Halkın sorunlarına aldırmayıp birbirleriyle didişen politikacıların, kendilerini imparator sanıp ortalıkta dolaşanların da fotoğraflarını çektim.
Fotoğrafların bir kısmı silik diğerleri de karanlık çıktı.
Zaten onlar benim için yoktular.
Coşkunun kıpır kıpır, umudun masmavi, sevginin, paylaşmanın, hoşgörünün, gerçek dostlukların ışıl ışıl, rengarenk, kırık aşkların, yitip gidenlerin, yenilgilerin umutsuzluğun, acının siyah-beyaz fotoğraflarını çektim.
Gülümseyişin iç ferahlatan, gözyaşının ıslak fotoğraflarını çektim.
Herşeye rağmen hayata tutunmanın, direnmenin, ayakta kalabilmenin binbir renkli fotoğrafını çektim.
Tebeşir tutanların, çekiç sallayanların,yazanların, çizenlerin, ekenlerin, biçenlerin emek verip üretenlerin ter kokan fotoğraflarını çektim…
Ve bunları da diğerlerinin yanına koydum
İşte bu fotoğraflar hayatımı şekillendirdi.
Yolumu çizdi.
Işığım oldu.
İşte bu fotoğraflar bir merdivenin basamakları oldu benim için.
Onlara tutunup tırmandım.
Yükseldikçe ufkum genişledi, içim aydınlandı.
Bu çekilmez dünyayı çekmeyi sürdürüyorum.
Bana biraz bakar mısınız?
ÇIT
Aydın SİHAY