Eminim seni tanımayanlar resmine bakıp seni de parçalayacaklar, o parçalarla hangi aitlik peşinde olduğunu peşine düşecek, farklı ülkelerde yaşamına bakıp göçmenlikle ilgili kim bilir neler söyleyecekler. Senin bütünlüğünde bir insanla az tanıştım, kutularında yorumlayıp yaşam coşkunu resimlerinde göremeyecek olanlara üzülüyorum.
Mehmet’le saçımız 30’lu yaşlarımızda dökülmeye başladığında, kiminki daha çok kalmıştır diye kafalarımızı yan yana tokuşturup fotoğraf çektirirdik. Kelliği hak ettiğimizde konu kimin önce öleceği esprisine dönüşmüştü. Şimdiyse onu kelimelerle arama yoluna çıkmak, bana can veriyor.
Mehmet Nâzım ve Gündüz Vassaf
Bu yazıya başlamadan bir iki saat önce Floransa’da Elizabth Browning, Frances Trollopegibi şairlerin olduğu İngiliz mezarlığındaydım. Mehmet’in gençliğinde şiir yazdığını biliyoruz, sonrası?
Kalanları yaktı mı? Babasının şiirleriyle karşılaştırmaya çıkacak aklıevveller olur diye vazgeçmiş olabilir. Kimbilir, onlar da bir gün resimleri gibi karşımıza çıkar. Neyse ki, babası gibi resim yapmaya özeniyor diyen meraklılar ortaya çıkmadı. Ünlü ailelerden olmak kolay değil. Arap atıymış gibi kendilerine prim çıkaran ya da onlarla görünmeye özenenler çok. Mehmet ve annesi Paris’te yaşadıkları gurbet yıllarında yaşamlarını titizlikle korudu, nadir dostluklarıysa yıllarca sürdü.
Bizim beraberliğimiz Paris’te başladı. Nâzım Hikmet’in Türkiye’den ayrıldığı gecesine, sonrada Sovyetler Birliği’nde ölümüne kadar birliktelikleri süren dayım Zekeriya SertelFransa‘ya yeni iltica etmişti. Tam da o sürede Mehmet’le annesi de Lehistan’dan Fransa’ya siyasi mülteci statüsüyle gelmiş, Mehmet sevgilisi Eva’dan yeni ayrılmıştı. Tanışmamız dayımın evinde oldu, rüyalarımda bugün de süregeliyor buluşmalarımız. Şimdi yazdıklarımı canlı yayın yaparcasına anlatıyorum. İngiliz mezarlığından çıktığımdan beri Mehmet’le Floransa sokaklarında dolaşıyormuşcasına konuşuyor, telefonuma sesli kayıtlarla onu anıyorum.
Kuş, balık, tavşan gibi doğal ortamlarından sürgünde evcil hayvanları satan bir mağazanın önünden geçmeye yakın olsaydık kaldırım değiştirir, Avrupa’ya ulaşamadan boğulan Afrikalıları düşünerek de Akdeniz balıkları yemezdi. Yeni Gine‘ye, adı kuş cenneti anlamında Uruguay’a, Manyas’a hiç gitmedi. Hep şaşmışımdır, son yıllarında tropical renklerinin şöleninde o kuş portrelerini nasıl da bu kadar canlı yapabildiğine. Fransa’da polisin 19. yüzyılda cürümlülerin vesikalık gibi çektiği ilk fotoğraflardan yaptığın portrelerse tutukluluk hallerine bir başka gönderme.
Bir kaç aylık özel kurslarda okumaya gelmiş ABD’li kızlar yanımdan geçti. Yaşamı hızla tüketmelerinin heyecanında birbirlerini dinlemeden konuşuyor, Floransa’nın 400 yılda oluşmuş sanat tarihinden ne anlayacaklar bilemiyorum. Paris’i dolaşmak isteyen üç Amerikalı kızla sen de şehrin kültür rehberliğine soyunmuş, sabah iki üçe kadar sokakları turlamış, farklı noktalarda durduğumuzda heykellerin, müzelerin, meydanların, havuzların tarihini ayrıntılarıyla yaşarcasına canlandırmış , ancak gecenin sonuna doğru Eyfel’i gördüklerinde kızlar, ‘’İşte Paris!’’ diye heyecanlanmışlardı. Tam da şimdi karşımızda kızın göğsünde kocaman harflerle Paris yazılı cekete anlam atfeder miydin? Etmesen de tanıklık ettiğin gerçek üstü anlardan birinden kurtulurmuşcasına anlatmaya koyular, bu tür tesadüflerden ürkerdin. Cebinden nazar boncuğu çıkarıp tanımadığın birine hediye ettiğini hatırlıyorum.
San Marco Müzesi. Eski manastır. Rahiplerin hücrelerinde Fra Angelico’nun freskleri. Sana çağdaş keşiş denilebilir mi? Yaşamayı seçtiğin evlerin, pek kimsenin yolunun düşmeyeceği, inzivaya çekildiği yerler. Yoksa bu kadar çok resmi nasıl yapabilirdin Mehmet? Onlarca yıl sergi açmadın, yaptıklarını, dostlarına, sevdiklerine hediye ettin. Bellek öyle bir şey, ama sanki Osmanlı padişahlarının portrelerini yapmıştın. Dünyada, belki bir tek burada Uffizi’nin koridorlarının üst kısmında, gözle seçilmesi zor yerlerde benzerleri. Peygamber portreleri yaptığını söylediğini yanlış mı hatırlıyorum. Ya da Batı Almanya’da yıllar önce Liesborn Müzesi’nde katıldığın karma sergi için yaptıklarını kaç kişi görmüştür? Sergiden sonra sen Fransa’ya dönmüş, resimleri indirmem için beni müzeden çağırdıklarında sana, ‘’Ne yapayım?’’ diye sorduğumda, ‘’Hepsi oğlunun olsun, kötü resim görsün ki, belki ileride iyisini anlar,’’ demiştin. Yaptığın son resim, çarmıha gerilmiş devasa sekiz metrelik İsa, San Marco manastırına yakışır. Arzun Fransa’da bir kiliseye konmasıydı. Umarım olur. Bir yaz gecesi İstanbul’dan gelen arkadaşlarınla Creuz’de sana gittiğimizde, bizi arkana katıp, ‘’Bakın size ne göstereceğim,’’ demiş, Ali Güreli, süreci hepimiz adına telefonuyla kaydederken, toprak yoldan atölye olarak kullandığın ineklerin ahırına gitmiş, sen resminin örtüsünü kaldırıp sahne sahne anlatmıştın. Müthiş bir kayıt, görünmeye değer, bir türlü kısmet olmadı.
Mehmet Nâzım’ın Gündüz Vassaf portresi
Piazza San Giovanni’de Duomo Meydanına doğru yavaş yavaş yürüyoruz. Şimdiye kadar kim bilir peş peşe kaç sigara yakmıştın. Yarın Milano’da arkadaşlarımızın yanına, seni ve anneni Türkiye’den kaçırılanlarla, yani Türkiye’deki dostlarla birlikte kendimizi ‘’famiglia’’ bellediğimiz, Paolo, Dottore, Michele, Andrea, Chimo ve Francesca’nın yanına gideceğim. Hayatta olsaydın da belki gelmek istemezdin. 2025 yılbaşından beri Milano sokaklarında sigara içmek yasak. ‘’Buraya da faşizm gelmiş,’’ der, gelmeyi protesto ederdin.