İMRE AZEM’İN BELGESELİ: “HATAY: 17-24 NİSAN 2023”

Bunları anlamamız ve anlatmamız lâzım

Tuğçe Tezer

Tüm katmanlarıyla yaralanmış bir şehir… Yerel halkın kendini ve şehrini onarma, kaybettiklerinin ve şehrinin yasını tutma ihtiyacı, hayranlık uyandıran bir aidiyet ve sahiplenme hissi… Belgeselci İmre Azem’in 17-24 Nisan’da, onlarca Hataylıyla görüşerek, Hatay’ı anlamak ve anlatmak için yaptığı “Hatay: 17-24 Nisan 2023” adlı filme bağlanıyoruz.

6 Şubat depreminin üstünden 55 gün geçmişti. 1 Nisan 2023’te İstanbul’da, Hatay Akademi Orkestrası’nın Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda İBB Orkestrasıyla bir araya geldiği dayanışma konserini takip eden akşamda, henüz orkestranın Fairouz’un Habbaytak Bessayf (Kışın seni sevdim) parçası performansının etkisi altındaydık.

Antakyalı, Hataylı dostlarımız üzüntüde, yasta ve “bir şey yapma ihtiyacı”nda buluştuğumuz eski-yeni arkadaşlarımızla, Hatay, Antakya, deprem, öncesi ve sonrasındaki süreçlerle ilgili sohbet ediyorduk. Uyanık olduğumuz her saniye üzerine konuşma ihtiyacı duyduğumuz, ama hiçbir sözün bir fayda getirmeyeceğinden endişe ettiğimiz kadar büyük bir felâketin yaşanmış olduğu, Maçka Parkı’nda etrafında sıralandığımız masanın bütününü kaplayan somut bir gerçeklik olarak orada duruyordu. Yine de konuşmaktan geri duramadık ve o akşam Antakya, Hatay ve deprem dışında tek bir konuya uğramadık.

Belgeseli izlediğimde pek çok hissi birden yaşadım: “Bundan sonra ne olacak?” merakı, “Bütün bunlar gerçekten yaşanmış olamaz” üzüntü ve isyanı, duyumsanan acının her yere nüfuz eden yoğunluğu. Ve yine, ilk günden beri hiç eksilmeyen “bir şey yapma ihtiyacı”. 

Tarihi boyunca sayısız depremin gerçekleştiği, bunların bir bölümünün kentin tamamına yakınını yıktığı, inanılması güç sayıda insanın ölümüne neden olduğu, yine de her defasında –üstelik yıkıldığı yerde– küllerinden yeniden doğan kadim şehir Antakya’nın 6 Şubat ve 20 Şubat depremlerinden sonraki durumunu saatlerce konuştuk. Depremden sonra kurulmaya çalışılan yeni gündelik hayatın pratikleri, imkân ve imkânsızlıklar, tamamı “en az bir yakınını kaybetmiş” yerel halk, tahayyül etmesi güç bir felâketi ardında bırakmaya çalışırken kendini onarma, şehrini onarma, kaybettiklerinin ve şehrinin yasını tutma ihtiyacı, bütün bunların yanında görenlerde hayranlık ve şaşkınlık uyandıran bir aidiyet ve sahiplenme hissi, depremin bu kadar hasar verdiği tüm şehirler gibi, tüm katmanlarıyla yaralanmış bir şehir.

“Yine de bir şey yapacağım” ihtiyacı

Bir ucundan tutup konuşmaya başlayınca, dokunduğunuz her bir konunun sadece Antakya ve Hatay için bile kendi içinde sayısız yönü olduğunu fark etmek, sonra bunun o “yer” için çözümlenmesi gereken konulardan yalnızca biri olduğunu fark etmek ve nihayet, bu sorunlar bütününün, 2023 depremlerini yaşamış bütün şehirlerde farklı nitelik ve ölçeklerde söz konusu olduğunu fark etmek.

Bunu takiben, bu konuyu bütünüyle kavramayı olanaksız kılan devasa ölçeği, konunun sınırlarını anlama girişimi, sonra kendi aciz ölçeğinizi ve kapasitenizi fark edişiniz ve tatsız bir kabullenme. Sonra yine şaşırtan, fakat aynı zamanda umut veren bir “yine de bir şey yapacağım” ihtiyacı ve sırtını bu ihtiyaca yaslayan “yapabilme gücü”.

Yazının devamını okumak için tıklayın

 

Şükrü Aslan

Şükrü Aslan: ‘Hatay: 17-24 Nisan’

Geçtiğimiz Cumartesi günü Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesinde, İmre Azem’in “Hatay: 17-24 Nisan” isimli belgeselinin gösterimi vardı. Neredeyse depremin ilk gününden beri en çok konuşulan kenti; Hatay’ı konu ediniyordu. İmre Azem, 12 yıl önce Ekümenopolis’i yapmıştı. Tam da o çalışmaya katkıda bulunanlardan Mücella Yapıcı’nın dediği gibi “eşiklerine ulaşmış kentler”den biri olan İstanbul’un yıkım-“yapım” denemelerine odaklanmıştı. O yıllarda (şimdi de devam ettiği gibi) İstanbul’un ‘para edecek’ mekanları, bir kentsel gerekçe ileri sürülerek radikal bir şekilde yıkılıyordu. Merkezi ve yerel yönetimin işbirliği içinde kente büyük müdahalenin kazananları ve kaybedenleri oluyordu. Aslında kaybedenlerin başında da herhangi bir toplumsal grubun yanı sıra, kentin kendisi geliyordu. Çünkü bu yeni politik algıda İstanbul, artık tüketicileri tarafından nasıl istifade edileceğine konu olan bir ‘yatırım aracı’na dönüşmüştü.

Kentlerin çok görünen ama az konuşulan bu özelliklerine odaklanan İmre Azem, bu kez insanın değil, doğanın yıktığı bir özgün kente odaklanmıştı. 6 Şubat 2023’de ardarda meydana gelen iki büyük deprem, bölgedeki diğer şehirlerle birlikte Hatay’ı da büyük ölçüde yıkmış ve üzerinden 2,5 ay geçmişti. Kent adeta sessizce “akıbetini” bekliyordu. Kentin özellikle tarihi kimliğini oluşturan bir bölgesinin “riskli alan” ilan edilmesi ise bu beklentiyi daha da belirsiz ve karmaşık hale getiriyordu. Hatay için tarihsiz bir yeni gelecek kaygısı iyice artmış görünüyordu.

***

Hatay, kültür mirasındaki çeşitlilik bakımından, Türkiye’nin sosyolojik manzarasında özgün nitelikleri olan bir yerdir. Bu nitelikler ilgili literatürde genellikle “Hatay’ın demografisi” olarak ifade edilmiştir. Gerçi her yerin kendine özgü bir demografisi vardır ama Hatay’ın özgünlüğü, bu ülkenin değişen demografisinde, bir ölçüde korunabilmiş olmasındandır. Hatay her zaman farklı kimliklerin şehri olmuştur ve şimdi de öyledir.

Hatay’ın demografisine konu olan bu nitelikleri, etrafını kuşatan devletlerin kayıtlarında izlemek de mümkündür. Bu devletler şehrin kimliksel çeşitliliğiyle her zaman ilgiliydiler. Çünkü modern hayat bu kimlikler esas alarak kuruluyordu. Türkiye’ye dahil olma sürecinde ve sonrasında da bu ilgi değişmemiştir. Orada yaşayan kültürler; bilhassa Müslüman olmayan, Müslüman olup Türk ya da Sunni olmayan topluluklarla ilgili raporlar sıklıkla resmi kayıtların konusu olmuştu.

***

1940 yılında genel nüfus sayımı yapıldığında Hatay, artık Türkiye’deki idari sistemin içindeydi ve nüfusu 246.138 olarak görünüyordu. Ama yine de nüfusun niteliklerine dair bir ilk sayımı verileri kayıtlara girmemişti. Bu veriler ancak 1945 yılı nüfus sayımında yer alacaktı. Bu verilere göre Hatay nüfusu 254.141 idi ve bu nüfusun 99.669’u anadilinin Arapça olduğunu söylemişti. Anadili Arapça olanların sayısı 1955 yılı sayımında 132.128’e, 1965 yılı sayımında 148.072’ye çıkacaktı. Buna karşın anadilini Türkçe olarak belirtenlerin sayısı 1945 yılı nüfus sayımında 150.130 olarak görünüyordu. Aynı sayımda 2.751 kişi ana dilinin Kürtçe, 583 kişi Çerkesçe, 445 kişi Rumca ve 329 kişi de Ermenice olarak beyan etmişti. Kuşkusuz Hatay’ın dilsel çeşitliliği bu verilerle sınırlı değildi. Kayıtlara göre anadili Abhazca, Acemce, Arnavutca, Boşnakca, Gürcüce, Kıptice, Sırpça, Macarca, Pomakça, Tatarca olan gruplar da bu şehirde yaşıyordu. Bütün o gerilimli süreçte Hatay’ın yerli nüfusundan başka ülkelere ve şehirlere gidenler olduğu gibi, devlet desteğiyle başka ülkelerden ve şehirlerden Hatay’a gelenler de olmuştu.

Yazının devamını okumak için tıklayın