Refleks
Siz de benim gibi bu şehirde doğmuş, büyümüş, yıllarınızın çoğunu bu topraklarda geçirmişseniz, nereye giderseniz gidin hep Adana’yı anlatırsınız.
Hatta bilmeyenlere, görmeyenlere, bir Adanalı tanımayanlara illaki “Anlatılmaz, yaşanır” dersiniz.
Berekettir Adana’nın diğer adı.
Bir Adanalıysa sevdi mi yüreğinin tam orta yerinden, “Gadanı alırım, kurban olurum” diyecek kadar sever.
Azlar çoğalır, herkes herkesi sahiplenir, kendinden bir şeyler bulur, sofralar paylaşılır, gönüller açık tutulur bizim yaşadığımız bu yerlerde, o meşhur sıcağı kadar sıcaktır insanları, bir kez ayağı değen için bile Adana, “Sarı sıcak memleketim” olur.
Gökyüzündeki yıldızların sayıldığı yazlık sinema akşamlarından tutun da, Ziyapaşa Bulvarı’ndaki palmiyelerin başımızda uçuştuğu zamanlara kadar yaşadığımız ne varsa her biri biraz da her Adanalının geçmişini oluşturur.
İşte o Adanalı…
Aradan yıllar geçse de Gazipaşa Bulvarı’nda delikanlıların piyasa yaptığı, genç kızların da iki kez aynı yerden geçmeye utandığı, Sun Sineması sokağında, cumartesileri, bakışmalardan öte geçemeyen aşkların yaşandığı, dili olsa da konuşsa Mavi Köşe Pastanesi, tarçınlı saleplerin rayihasının bugünlere kadar ulaştığı…
Adını bile bilmediği o sokak onun için Pandora Sokağı’dır, kulağını ilk kez o gümüşçüde deldirdiği, şehrin tamamını kaplayan ama illaki Vali Yolu’nda her mevsim yeşil olan, o yeşillerin arasındaki turunçları güneş gibi parlayan, nisan başında yerini çiçeğe bırakan ağaçların altından geçerken sanki kalplerinde kelebekler uçuran zamanları hep hatırlar.
Yemeyi de sever, yedirmeyi de. Acıktı mı aklına kebap düşer. Kebap dumanı bahanedir çoğu zaman, dost meclisinde tokuşturulan kadehlerdeki anason kokusunda bazen sevinci neşeyi, bazen de derdi kederi ama aslında geçmişinde saklı tüm güzel anıları yakalar.
Dolmayı her kadın yapar ama bir Adanalı kadın, Adana patlıcanından öyle bir dolma yapar ve üzerine sarımsak, biber salçası, bol nane ve limon suyuyla öyle bir yağ yakar ki lezzetine lezzet katar.
Bazen “Dinelme, abla; geç, otur” diyerek plastik bir tabure uzatan Abidinpaşa Caddesi esnafıyla sohbet eder, bazen de Çakmak Caddesi’ndeki tatlıcıdan ayaküstü tulumba tatlısı seçer, parçacılardan kestirdiği kumaşların deseninde kaybolurken, Dörtyolağzı’nda sorduğu adresi “Deyha, şooora” diyerek tarif ettiklerinde eliyle koymuş gibi bulur.
İster doğma büyüme Allah’ına kadar Adanalı, isterseniz de yabancısı olun…
Bu şehirdeyseniz eğer ya da bir Adanalı tanıdığınız varsa, adımlarınızın sizi mutlaka götürdüğü, geçmişinizden bir dokuyla, bazen yoksul görünümlü kaldırımlarda ya da kaba saba sandığınız yollarda, bazen de dinlediğiniz bu öykülerde öyle inceliklerle, öyle samimiyetle karşılaşırsınız ki iyi ki diye düşünürsünüz: “İyi ki Adanalıyım.”
Sonra o geçmişinize dönüp tesadüfen karşılaştıklarınız dâhil olmak üzere hayatınıza giren kim varsa, “Atanıza rahmet” der, şükredersiniz.
Canım Adana’m, ne güzeldir insanın seninle birlikte yaşaması, yaşlanması. Turunçlar çoktan kaldırımlara döküldü bizim buralarda, mevsim yüzünü ilkbahara döndü. Yakındır balkonlardan duyulacak eski bir şarkının insanı kendinden alması, açacak tüm çiçeklerde geçmişin kokularının yaşanması.
Bundandır Torosların ötesine geçmenizle birlikte kendinizi gurbette sanmanız ve dünyanın en gelişmiş kentinde, ülkesinde dahi olsanız burnunuzun direğinin daima sızladığını hissetmeniz. Size sahip çıkan, ait olduğunuzu hissettiren, çocukken başınızı okşayan bir elin şefkatine teslim eden bu toprakların sevdasıyla titrersiniz.
Zeynep KURAL