1970 yılı yapımı “Love Story/Aşk Hikâyesi” adlı filmden hangimiz etkilenmedi ki… Hangimizin yüreğine düğüm düğüm bağlanmadı, filmin özgün müziğiyle akıp giden dramatik sahneler?
Köklü ve zengin bir aileden gelen Oliver’la yoksul (sanki köksüz) bir ailenin kızı Jennifer’ın dramatik sonla yarım kalan isyankâr mutlulukları, hedefi tam da gözyaşlarımızdan vurmuştu zamanında… İki öğrenci genç karşılaşmışlar, birbirlerini çok sevmişler, oğlanın babası karşı çıkmış, buna rağmen evlenmişlerdi. Tam her şey yoluna girdi derken, Jennifer’ın kan kanseri olduğu gerçeğiyle yüzleşmişlerdi…
Ve genç ölüm…
Ve erken gelen ayrılık…
Filmi izleyip de mendilini ıslatmayan kalmış mıydı o dönemde? Sanmıyorum…
2010 yılında hayatını yitiren Erich Segal’ın akıllarda kalan tek romanıdır Aşk Hikâyesi… Başrol oyuncuları Ali MacGraw ve Ryan O’Neal’ın da unutulmayan tek filmleridir.
İşin bir ilginç yanı da, önce film çekilmiş ardından da romanı yayımlanmıştır.
Sonrasında Segal’ın yazdığı kitaplar ya da MacGraw ve O’neal’ın rol aldıkları filmler “hikâye”dir… Asla bir daha aynı düzeyi ve başarıyı yakalayamamışlardır.
Filmin gişe hasılatı üzerine, aynı yıl, bizim Yeşilçamcılar (her zaman olduğu gibi) harekete geçmiş, başrolleri Deniz Gökçer ve Salih Güney’e vererek, başka bir versiyonunu çekmişlerdi konunun. Sadece sonu farklıydı bu ağdalı uyarlamanın… Nejat Saydam’ın senaryosunu yazıp hem de yönettiği yapımın finalinde, Taner (Salih Güney) arabasını ölüme sürerek, Gül (Deniz Gökçer)le birlikte gitmekteydi öbür tarafa.
Ve ben, önce yerli yapımı izlemiştim on yaşımdaki halimle… Çokça yutkunduğumu hatırlıyorum; belki birkaç damla da yaş sızmıştır gözpınarlarımdan… Yirmili yaşlarımın başlarında kitabı okumuştum; sonlarına doğru da filmin orijinalini televizyon ekranlarında görme fırsatı bulmuştum.
…
Hayat ne garip!
Yoksa bizler mi garibiz?
Belki de sadece izleyici koltuğuna oturtulmuş figüranlarız.
…
Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre, Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin… Romeo ve Juliet…
Shakespeare yüzyıllarca ağlattı milleti, Romeo ve Juliet’in ölümle biten ama asla ölmeyen aşklarıyla.
Fakat madalyonun bir de öteki yüzü vardı; eğer ölmeselerdi…
“Tarla Kuşuydu Juliet”te, işte o tanıdık yüzünü görüyoruz Ephraim Kishon’ın kaleminden… Aşıklar ölmüyor, evlenip çoluk çocuğa karışıyorlar… Sonrası malûm; ev ve evlilik halleri ve de sıradanlık… Kavga, gürültü vs.
Aşkın zamanla değişen kimyasını anlatıyor Kishon…
Hayat bir başka filizleniyor Tarla Kuşu’yla…
…
İki hafta kadar önce bir film izledim; “Okuyucu/The Reader”
1958 Almanya’sında başlar öykü… İkinci Dünya Savaşı’nın yaraları sarılmaktadır. 15 yaşındaki Michael Berg, 36 yaşındaki Hanna Schmitz’den küçük bir yardım görür ve birkaç ay sonra aralarında, cinselliğin yüksek kıvamda olduğu bir aşk başlar. Mevsimlik bir aşktır bu… Ama araya, aşkın kimyası henüz değişmeye fırsat bulamadan, ayrılık girince ve de başka sürpriz gelişmeler eklenince olanlar olur… Genç büyür, kadın (Kate Winslet) yaşlanır bir başka yerde. Oğlan/adam (David Cross/Ralph Fiennes) avukat olur, kadın İkinci Dünya Savaşı suçlusu olarak mahkûm… Ve sıradan aşk hikâyelerini öteleyen acı gelişmeler… “Okuyucu” da az daha ağlatıyordu beni o müthiş finaliyle…
Belki (eğer18 yaşından büyükseniz) izlersiniz filmi diye konunun ayrıntılarına girmeyeceğim…
Fakat çocuğun kadına sürekli kitap okuduğunu ve kadının bu durumdan müthiş keyif aldığını belirtmeliyim.
Her neyse…
“İncir Reçeli” adlı yerli film de sarsmıştı izleyenleri geçtiğimiz yıllarda… Kan kanseri, tahtını Hiv’e yani Aids’e bırakmıştı bu filmde… Love Story misyonunu devam ettiren bir yapımdı… Replikleri güzeldi ama konu reçel gibi ağdalıydı. Genç kızın ölüme mahkûm oluşu mendil satışlarını artırmıştır sanırım.
…
Hayata şöyle bir bakıyorum da…
Aşklara ve birlikteliklere…
Ve de filmlere…
Sevgiye dönüşmeyen hiçbir şey tadında kalmıyor…
Ya “Tarla Kuşu”na dönüşüyor…
Ya da “İncir Reçeli”ne…
Eğer sevmeyi beceremiyorsak…
Ancak turşusunu kuruyoruz aşk hikâyelerinin…
O da sadece ekşitmekle kalıyor yüreklerimizi…
Canımıza okuyarak.