Milliyet Kitap, Kasım

https://www.milliyetsanat.com/kitap

Ekim ayında duyurulan Nobel Edebiyat Ödülü, bu yıl hem Asyalı hem de kadın bir yazara verildi. Tarihi boyunca beyazlara ve erkeklere takdim edilen bu ödülün Han Kang’a takdim edilmesi hem ödülün tarihi hem de Han Kang’ın eserlerinin farklı kitleler tarafından okunnması açısından önemli. Güney Kore tarihinin, son dönemde sürekli pazarlanan “toz pembe” dünyasından nasıl da farklı olduğunu yazdığı her satırla vurgulayan Han Kang’ı bu ayki sayıda daha yakından tanımak istedik.

Zeynep Simpson

“Ne ben elimi uzatıyorum/Ne sen elini uzatmak istiyorsun

Gözlerin dolamadığı/Göz kapaklarının kapanamadığı

Soğuk olan/Soğuk kalan/Dondurucu bir yerdeyiz” (“Akşamı Çekmeceye Kaldırdım”, Han Kang)

2024 yılı Nobel Edebiyat Ödülü, Güney Koreli yazar Han Kang’ın oldu. (Yazıldığı gibi okunur, Han soyadı.) Güney Kore’de ilk yayımlandığında “Tuhaf bir yapıt,” olarak nitelenen “Vejetaryen” romanının İngiltere ve ABD’de çok tutmasıyla uluslararası üne kavuşan ve Uluslararası Booker Roman Ödülü’nü kazanan yazar, Nobel’i hak ettiğinde hemen herkesin anlaştığı isimlerden biriydi. Yayımladığı basın bülteninde Nobel Komitesi “Tarihi travmalara meydan okuyan ve insan hayatının kırılganlığını gözler önüne seren güçlü şiirsel anlatımı,” sebebiyle yazarı ödüle değer gördüğünü dile getiriyordu. Yazarın yapıtlarını bilenlere “Çocuk Geliyor” dedirten bir cümleydi bu. Komite siyasi yanı ağır, insani yanı güçlü bu kitabı öne çıkaran bir açıklama yapmış, böylece Han’la henüz tanışmamış okurlara adını vermeden bu kitabı önermişti.

Ancak 2019 tarihli “Çocuk Geliyor”u anlamak için önce Güney Kore’yi anlamak gerekiyor. Gençlerin çoğu bu ülkeyi Netflix dizilerinden tanıyor günümüzde. Bu dizilerden tarihi olanlar bizde ’70’lerde çekilen “Kara Murat” filmleri tadında. Daha yakın tarihi işleyenlerse cesur ve zengin Güney Koreli kızla yakışıklı ama yoksul Kuzey Koreli subayın aşkları gibi kurgu yanı ağır basan konuları işliyor. Oysa Güney Kore tarihi oldukça kanlı, işgallerle geçmiş, Konfüçyüsçülük, Hristiyanlık ve yoksullukla şekillenmiş; tarım toprağının az, doyuracak karnın çok olduğu, kıtlık ve savaş risklerinin şehirleri ve sosyal yapıyı bugünkü katı hiyerarşisine büründürdüğü zorlu bir tarih. Kore Savaşı’ndan sonra umudun kesildiği, Amerikalı General Douglas MacArthur’a “Toparlanması yüzyılı bulur,” dedirten bir ülke burası.

TRENLER VAKTİNDE GELECEK

Mussolini ile ilgili doğruluğu tartışılır bir anekdot vardır. İnsanların belirsizliklerle boğuşmaktan yorgun düştüğü bir ülkeye trenlerin zamanında geleceğini vadederek halkı tavladığı söylenir. Güney Kore için de buna benzer bir şey geçerli denilebilir. Burası sürekli savaş tehdidinde yaşamaya alışmış; Ruslar, Çinliler ve Japonlar tarafından işgal edilmiş, bölünmüş, kapısında kardeş saydığı ama öldürmeye de hazır olduğu bir düşmanla var olmaya alışmış bir ülke. Durum başlarda öyle kötü ki UNKRA (Birleşmiş Milletler Kore’yi Yapılandırma Teşkilatı), “Güney Kore ekonomisinin iyileşmesini beklemek çöpte gül açmasını beklemek gibi,” diye tarihe geçen bir açıklama bile yapıyor. Kuruluşundan itibaren uzun süre ülkenin hem iktidar hem muhalefet partilerinin kontrolü ‘elitler’ diye nitelenen bir zenginler grubunun elinde. Hakiki muhalefete izin vermiyor, sürekli aynı adamı (Syngman Rhee) cumhurbaşkanı seçtiriyorlar. 1960’ta seçimin hileli olduğu ortaya çıkınca öğrencilerin başlattığı Nisan Devrimi ile hükümet devriliyor, eskiden Seul Belediye Başkanı olan Princeton’dan felsefe doktoralı Yun Po-sun cumhurbaşkanı seçiliyor. Ancak o da zenginleri kayırınca Kore’de işsizlik artıyor, kıtlık çıkıyor. Eski cumhurbaşkanı gitmiş olsa da aynı hikayeler yeni hükümetle devam ediyor. Dananın kuyruğunun koptuğu yerde de General Bak Conghi darbe yapıyor. Yolsuzlukların önüne geçeceğini söyleyerek ikna ediyor halkı. Trenler vaktinde gelecek diye başlamıştık, bu diktatörün ilk işlerinden biri de Seul’e metro inşa ettirmek oluyor.

TOPLAMA KAMPLARI, ÖLÜMLER

Han Kang’ın “Çocuk Geliyor”da işlediği dönemlerden biri onun dönemi. “Milliyetçi ruhu canlandıracağız,” diyor Bak Conghi. Canlandırıyor da. Demokrasilerde her şey yavaş gider ama başta diktatör olunca kimsenin gıkı çıkmıyor. Sıkıysa greve git. Öyle ya da böyle Güney Kore’yi bugün olduğu üretim merkezine dönüştürüyor, sanayileştiriyor. Fakat olan bireysel hak ve özgürlüklere, insan haklarına ve demokrasiye oluyor. “Çocuk Geliyor”da bu dönemin en kara sayfaları, sivil polislerin tekme tokat dövdüğü fabrika işçisi bir kızın ağzından anlatılıyor. Bilekleri kesilerek üçüncü kattan atılan, sonra da intihar etti denilen işçilerden, dayak atmak için para alan askerlerden bahsediliyor. Kore Savaşı’nda komünistlere karşı savaşan pek çok askere, ‘komünist’ addettikleri öğrencileri, işçileri dövmek hiç de ağır gelmiyor. Han Kang her iki tarafın, hem dayak atanın hem dayak yiyenin, gözünden aktarıyor bu dönem yaşanan şiddeti.