Mimar Emre Arolat verimlilik, sürdürülebilirlikle ilgili her şehre özgü çözümler geliştirilmeli

 

Mimar Emre Arolat verimlilik ve sürdürülebilirlikle ilgili her şehre özgü çözümler geliştirilmesi gerektiğini söylüyor: “Gelişmiş kentlerde çılgınca, çok dönüştürücü projelerle bir şey yapmak kolay da değil makul de değil. Küçük müdahalelerle kendi içinde jeneratif durumlar yaratmak ve onları birbirine akıllıca bağlamak gerek”

Emre Arolat sadece Türkiye’de değil, uluslararası alanda da tanınmış, önemli projelere imza atan, önemli bir mimar. Daha İyi Bir Gelecek İçin Yol Haritası röportaj serisinde mimarlığın ve şehir planlamasının verimlilikle ilişkisini anlattı.

Mimaride verimlilik denince pek çok alanda olduğu gibi akla ilk önce maliyet geliyor, hatta neredeyse sadece maliyet geliyor. Bunun ötesinde neyi düşünmemiz gerekir?

Mimaride verimlilik derken sanıyorum mimarinin kendisinden söz etmiyoruz. Çünkü mimari alan aslında tanımı gereği zaten verimsiz bir alandır. Ama mimarinin ortaya çıkarttığı ürün olan yapıların, çevrelerin ya da kentlerin verimliliğinden söz edebiliriz hiç kuşkusuz. Yani ilk yatırım maliyetine bakarak ortaya konulacak bir ekonomiden değil, çok uzun süreler ve farklı şartlarda kullanılan bir ürün ve çevrenin verimliliği ile onun ekonomisinden söz etmek anlamlı olacaktır. Ekonomi deyince de akla ilk gelen şey olan finansal durumdan, maliyetinden ziyade onun işlerken, yaşarken hayata etkilerinden söz etmek gerekir. Bu nedenle sadece ekonomik sürdürülebilirlik üzerinden değil; sosyal, demografik, ekolojik sürdürülebilirliği de düşünerek bakmak lazım konuya. Bu çok geniş, pek çok unsurun iç içe geçtiği, çok karmaşık bir alan.

Mimara bırakılamaz kanun yapmak şart

Minimum zararlı etki yaratarak, mümkün olduğunca doğal malzeme kullanarak, enerji tasarrufu sağlayarak bir yapı inşa etmek bir mimar, müteahhit, mühendis için zor mudur? Neden bundan kaçınılır?
Aslında bilinirse zor değildir. Gerçekten bilinmemesi nedeniyle kaçınılıyor veya ihmal ediliyor. Özellikle kaçınılan taraflar olduğu gibi bilinmediği için ihmal edilen alanlar da var. İçinde bulunduğumuz dünyanın yapı kültürüyle olan etkileşimine baktığımızda aşağı yukarı her yeni yapının dünyaya ciddi bir etkisinin olduğuna, “ısı adası” denen meselenin çok büyük ölçüde binalardan kaynaklandığına dair bilgiler var. Örneğin bu konuda mimarların ve onların bağlı olduğu kurumların yanı sıra devletlerin, ulusların, dünyanın genelinin çabasıyla ancak bir noktaya varılabilir. Türkiye’de çok uzun bir süredir konuşulan “sürdürülebilirlik” kelimesi, birtakım şartlardan dolayı neredeyse bir sertifika düzeyine indirgenmiş. Gerçeklikle ilişkisi gittikçe azalıyor. Gerçek bir ekolojik sürdürülebilirlikle ilişki kurmak yerine biraz mış gibi yapma noktasına doğru gidiyor. Bu sadece Türkiye’ye ait bir durum değil, dünyada pek çok coğrafyada böyle yapılıyor. Son dönemde Frankfurt’ta bir proje yarışmasına davet edildik. Çok basit bir konut yerleşmesiydi. Yönetmeliklere bakınca gördük ki o bölgede yapılacak olan konutların yüzde 80’inde yeşil çatı uygulaması bir zorunluluk. Batı toplumlarında bu tariflerin gittikçe ekolojik sürdürülebilirlik adına düzenlenmeye başladığı ve yapı regülasyonlarının da buna uygun hale getirildiği bir durumdan söz edilebiliyor. Türkiye’de ise hâlâ tuhaf bir biçimde tüm ülkede kullanmak zorunda olduğumuz tek bir yapı regülasyonu, imar kanunu var. Ve orada sürdürülebilirlik adına yer alan unsurlar o kadar az ki varlığından söz etmek bile çok zor. O zaman tasarımı yapan mimardan, inşaatı yapan firmadan, denetleyen belediyeden veya ilgili kurumdan kendi kendilerine bu işi üretmeleri gibi bir durum bekleniyor. Ki böyle de olmuyor.

https://gazeteoksijen.com/turkiye/metropollere-dev-projeler-degil-akupunktur-tarzi-mudahale-lazim-201826