Kudret Sönmez
Adana’nın sanat hayatı dinlenme modunda sanki. Etkinlikler hasret dolu bir edayla sürgünde yaşıyor. Pandeminin tokadından sonra, depremin yumruğunu da yedik. Hepimizin sinesi derinden kanıyor. Elbette bir gün bütün yaralar iyileşecektir… Bu arada, maddi gücü yeterli olan sanat dostlarımız Toroslar’ın ötesindeki diyarda sergiler açmayı sürdürüyorlar. Darısı Çukurova’ya diyelim ve başka bir konuya geçelim.
Orhan Mansuroğlu… 1964 yılında İskenderun’da doğmuş. Marmara Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi’nde gördüğü eğitimi 2 yılda tamamlayıp (!) kendine başka bir rota belirlemiş. Bu bağlamda, 1989 yılında İskenderun’da bir süre Balyoz Mizah Dergisi’ni çıkarmış. Daha sonra İstanbul’a gidip 5 yıl ulusal basında çalışarak sanat camiasının özel değerlerini cımbızla seçip okurlarıyla paylaşmış. Özel televizyonların devreye girmesi ve gazeteciliğin geri planda kalması nedeniyle sektörden ayrılıp yıllarca inşaat işçisi olarak Türkiye’yi arşınlamış. Bu vesileyle insanları ve olayları başka açıdan inceleme imkânı bulmuş.
Yıllar önce Facebook’ta açtığı sayfada, mizahi gücünü, gazetecilik birikimlerini ve şairliğini harmanlayarak bütün etiketleri aşıp insanların gönlüne dokunabilmeyi hedeflemiş. Pozitif yayıncılık konusunda oldukça başarılı olan Mansuroğlu, tamamen tarafsız yaptığı paylaşımlarla geniş kitlelere erişmeyi başarmış… Dilerseniz, paylaşımlarına dair diğer bilgileri onun ifadelerinden öğrenelim:
“Kendi penceremden çelişkili gördüğüm konuları ustaca ‘ti’ ye aldığıma inanıyorum. Mesela, İskenderun limanına gelen kokmuş Anguslardan (sığır türü) biri kaçıp sahilde dolaşınca olağanüstü ilgi görmüş, hatta ulusal medyada haberlere bile konu olmuştu. O sırada ben, parfümlü olarak sahilde dolaştığım halde kimse umursamayınca zoruma gitmiş ve sitemimi sosyal medyada paylaşmıştım.
Ayrıca, kuru ve masrafsız bir dilek ağacı insanlara; eş, iş, ev, araba, yazlık, kışlık bulup hastaları iyileştirebilirken ve isteyenleri istedikleri okullara yerleştirebilirken, bahçelerinde özenle baktıkları ve her ihtiyacıyla yakından ilgilendikleri armut ağacının, armut vermekten başka hiçbir halta yaramamasını eleştirmiştim.
Şiirlerimde duygularımı ifade ederken genellikle o anki ruh halimi yansıtırım. Mesela sevdiğimden ayrıldığımda: ‘Senin hasretinden VEREMDİR Mansur / Aslı’yı kaybetmiş KEREMDİR Mansur / Bir deri bir kemik kaldım gurbette / Bilmem şimdi benim NEREMDİR Mansur’ diyerek üzüntüyle sevdiğime seslenirim.
Medyanın göz ardı ettiği kendi kulvarında başarılı olmuş yüzlerce insanı bulup başarı hikâyelerini sayfama taşırım… Seçmen olarak, kendimi seçilmişlerin patronu gibi görür, sayfamda sıkıntıları paylaşırken, saygılı şekilde baskı oluşturarak seçilmişlerin daha çok çalışıp halka daha iyi hizmet etmelerini amaçlarım. Paylaşımlarım cepheleşmeye sebep olacak her türlü sert, slogancı, sekter yaklaşımlardan uzaktır. Dayatmalardan uzak dururum. Takipçilerin özgür iradesine ve yorumlama haklarına saygılı olarak, tıpkı bal yapacakları birer çiçek edasıyla önlerine sunarım.
Sürekli karamsar tablolarla insanları gergin tutup onların bunalımlarından medet ummak gibi bir muhalefet anlayışına yaklaşmam bile. Aksine, insanlara umudun taşlarını tuzla buz eden coşkuyu aşılamaya çalışırım. Sayfamın sevilmesinin en büyük nedenlerinden biri de farklı görüşlerin kardeşçe bir arada olabileceklerini ispatlamış olmamdır. Sayfa kaynaştırıcı bir rol üstlendiğimi düşünüyorum.
6 Şubat’ta meydana gelen depreme Antakya’da yakalandım ve ölümden kıl payı kurtuldum. 5 günlük bir mağduriyetten sonra İskenderun’a dönüp, moral – motivasyon amaçlı paylaşımlarımın dozunu arttırdım.
Kıyamete benzettiğim deprem sonrasındaysa, Antakya için içim kan ağlayarak şu dörtlüğü yazdım: ‘Yukarıdan bakıp şiir yazardım / Ortasından akan bir nehir kaldı / Canım sıkılınca gezip tozardım / Ne cadde ne sokak ne şehir kaldı’… ”
Ben ona “İnternet Fenomeni” diyorum. Sevgili Mansuroğlu da kendisini “Facebook Faresi” olarak tanımlıyor. Neyse! Siz boş verin bizi, böylesi trajikomik paylaşımların adını siz koyun.