Sanırım lise birinci sınıftaydım. Demek, orta birinci sınıfı tekrarladığımı düşünürsek, on yedi yaşındayım. Yoksulluğun, imkansızlığın diz boyu olduğu bir yaşamı sürdürmeye çalışan bir aile…Babamla sık sık çatışıyoruz ve bu çatışmalar sık sık şiddete dönüşüyor. Şiddet dediysem, elbette babama el kaldıracak değilim, her seferinde babamdan güzel bir dayak yiyorum ve evden kovuluyorum. Ağabeyim ortaokulu bitirdikten sonra motor meslek lisesini bitirmiş, mezun olduktan sonra Almanya’ya gitmişti. Bir bakıma “yırtmış” tı. Ben de onun gibi olmak istiyordum. Ne var ki ben ortaokulu bitirince, meslek liselerine girmek, sınavla olmaya başladı. Bu sınava girdim ve kazanamadım. Düz liseye kayıt yaptırdım. Ama içime hiç sinmemişti. Ağabeyim Berlin’den, Paris’ten, Amsterdam’dan fotoğraflar gönderiyordu. Benim oralara gitme hayallerimin yolu kapanmıştı. Moralim çok bozuktu. Okula bazen gitmiyordum. Adana Demirspor’da futbolcu olan bir arkadaşım vardı. Ortaokuldan da arkadaştık. Onunla maçlara, antrenmanlara gidiyordum. Lisans kartını bana veriyordu ve maçlara ücretsiz girmemi sağlıyordu. Böylece, o yıl okulu tamamen bıraktım. İşte babamla çatışmalarımızın en yoğun olduğu dönem bu yıla rastlıyordu.
Sıcak bir Nisan günü, Kurttepe’deki gölde balık tutmaya gitmiştim. Şafakta uyanmıştım. Babamla karşılaşmamak için, çok erken uyanıp evden gidiyordum. Gece, babamın uykuda olduğu geç saatlerde de sessizce eve giriyordum. İşte o şafak vakti, çiy damlacıklarının henüz yapraklarda parladığı saatte uyandım, dünden hazırladığım olta torbasını alıp sessizce çıktım evden. O yıllarda Kurttepe’ye saatte bir belediye otobüsü gidiyordu ama benim hiç param yoktu. Bu nedenle otostop yaptım. Çakıt çayından kum almaya giden bir kamyona bindim. Kurttepe’ye iki kilometre kala kamyondan inip yürümek zorundaydım. Önce Kurttepe Köyüne ulaştım, sonra yamaçlardan aşağı, göle doğru giden patikalardan yürüdüm. Göle vardığımda, gözlerime inanamadım. Göl sanki bütün balıklarını bana sunuyormuş gibi bir manzarayla karşılaştım. Gerçekten, bütün kıyı, suyun karayla buluştuğu her yer kıpır kıpır balık kaynıyordu ve aralarında yürüdüğüm halde kaçmıyorlardı. Rüya gibi bir görüntüydü. Ellerimle balıkları karaya doğru atmaya başladım. Yorulana kadar balık attım. Güneş iyice çıktığında, balıklar da kayboldular. Kıyıda, çakıl taşlarının üstünde çırpınan balıkları bir ipe dizdim. Yedi-sekiz kilo vardı. Hem üzülüyor hem seviniyordum. Balık tutmak bahaneydi ve ben burada en az beş-altı saat geçirmek için gelmiştim. Ama bu kadar balığın sıcakta bozulup kokmasına da izin veremezdim. Balıkları yüklenip geri yola koyuldum. Yüküm çok ağırdı. Uyandığımdan bu yana bir şey yememiştim ve çok da acıkmıştım. Bir an önce hem bu ağır yükten kurtulmalıydım hem de yiyecek bulmalıydım. Güneşin altında, patikalardan yukarı, makiliklerin arasından bir saat kadar yürüdükten sonra, Kurttepe Köyünün ilk evlerine ulaştım. Orada birkaç köylü kadının, ateşin üstündeki sacda ekmek pişirdiklerini gördüm. Çevrede de bir sürü çocuk vardı. Biraz daha yaklaşıp, özellikle çocukların beni görmelerini sağladım. Evet, işte gördüler! Bir anda, hepsi bir ağızdan, “anaaa balııık!” diye bağırarak bana doğru koşmaya başladılar. Çevreme toplandılar, şaşkınlık ve hayranlık içinde balıklara bakarken, “abi bu balıkları nerden aldın?”, “bize balık versene”, “anaaa, adamın elinde balık vaaaar!” diye bağırıyorlardı. Onlara doğru eğildim ve “hadi, annenize söyleyin bana yiyecek göndersin, bu balıklar da sizin olsun” dedim ve balıkları en büyük görünen, yedi-sekiz yaşlarında, toz toprak içindeki kara bir oğlana verdim. Onunla birlikte bütün çocuklar, “anaaa, adam balık verdiiii!” diye kadınlara doğru koşup gittiler. Ben de oradaki bir ağacın gölgesine çömeldim. Az sonra çocuklar, birkaçının elinde sıkmalarla ( bazlamadan yapılan ve içinde peynir, maydanoz, domates olan bir tür dürüm) geldiler. Bana verdiler. Çocuklardan birisi ayran da getirmişti. Bu müthiş ziyafeti asla unutamam. Belki de hayatımdaki en anlamlı, en lezzetli, en doyurucu ve en zamanında yediğim yemekti. Bu nefis yemeğimi yedikten sonra kalktım, kadınların yanından geçerken teşekkür ettim, “kolay gelsin” dedim. Bazıları bana doğru hiç bakmazken, bazıları da bana çok tuhaf baktılar.
Geldiğim yolu bu kez yürüyerek döndüm. Dokuz-on kilometrelik bir yoldu ve iki yanında zeytin ağaçlarıyla, kaktüslerle, dikenli mimozalarla çevrili meyve, sebze bahçeleri vardı. Bu ıssız yolda tek başıma, gölgeler boyunca yürürken, kurduğum hayallerin sarhoşluğu içindeydim ve hiç yorulmamıştım. Oysa eve gitmek için gecenin olmasını beklemek, babamla karşılaşma kaygısı beni çok yoruyordu.