Bütün günümü içinde mutfağı da olan salonda geçiririm. Orada yemek yapar, ders verir, misafir ağırlar, kitap okur, yazı yazar, kedimi severim. Pencere önlerinde, içerde, çeşit çeşit bitkilerim, duvarlarda sık aralıklarla resimlerim var. Bir duvar boydan boya aynalarla kaplı, aklınıza gelen her formda, yuvarlak, kare, dikdörtgen. Evimi severim. Belki gelenleri rahatsız da edebilen bir dağınıklığı var. Şöyle bir bakınca intizamlı ve temiz ama bir kez daha bakınca dağınık bir ev.
Ortada büyük bir sehpa. Özelliği koleksiyon masası olması. Ceviz, masif, üstü çıkabilen camlı, içine minik minik kareler oyulmuş, her birinde hayatımın binbir zamanında alınmış, verilmiş, hediye edilmiş bir obje duruyor, bazen yer değiştiriyorlar. Annemin Hicaz’dan getirdiği ufacık pirinç bir tasın içinde kırmızı taşlı bir yüzük mesela, ona kitap yolladığım için bana bunu hediye etmek isteyen küçük kız, öğretmeninin her öğrenciye aynı cümlelerle yazdırdığı mektubun zarfına koyup yollamış. Yine annemin gelin tacı. Oyalar, renkli taşlar, belki çoğu insanın para verip almayacağı minicik şeyler. Objelerimle aramızda hikayeler var, her birinin içinde birden çok can var. Bir tür tapınak burası. Benim tapınağım.
Pazartesi ev temizlendi. Camı bir bıçak desteğiyle kaldırdık, içini bir güzel sildik, cilaladık. Sonra canımın istediği gibi yerleştirmeye başladım objeleri. Cunda’daki ufak bir eskici dükkanından yıllar önce aldığım birer şeyler var, şey demekten başka ad bulamadım, küpeye benzer, gümüş değil ama çok artistik şeyler, içlerinden bir tanesi de bir kolye. Onu kare oyuklardan birine yerleştirdim. Sonra, sanki ilk kez görüyormuş gibi bakarak elime aldım. Kırmızı taşlarla çerçevelenmiş dikdörtgen bir kutu var kolyenin ucunda. Elimle, gözümle, kutuyu açacak bir klips aradım. Yok. Lehimlenmiş. Bu lehimli kutucuğun içinde ne var? Minicik harflerle yazılmış bir Kuran-ı Kerim olmayacağı kesin, Giritli bir geçmişi olması mümkün. Bir aşığın sevgilisine iyi dilekler yazdığı aşk mektubu mu? Sana kavuşacak kadar cesur olamadım ama işte aşkımı bu kapalı kutunun içine lehimliyorum ey sevgili diyen bir itiraf mı? Belki de aklıma gelmeyen başka bir şey saklı içinde. Açabilirim, bunu açabilecek becerikli bir usta bulabilirim ama yapmamaya, onu koleksiyon masamın içine koymayıp, ara sıra boynuma takmaya karar veriyorum.
II. Bir Tiyatro Gününün Hikayesi
Bugün öğleden sonra kadim dostum Altan’la Haldun Taner Tiyatrosu’nda buluştuk. Evden çıkarken siyah bir pantolon ve ceket giydim. Törensel bir halde kolyeyi taktım. Bu kolye bana uğur getirecek, buna çok inanıyorum. Vapura bindim, genç bir kadının yan flütle çaldığı üç eseri dinledim, çok güzeldi, kolyeme dokundum. Oyunu izledik. Çıkışta Altan oyunculardan Derya Yıldırım’la arkadaş olduklarını söyleyince, hadi tebrik edelim dedik, oyuncunun yanına gittik. Övgü sözcüklerinden sonra ben, kulis, sahne gerisi ne büyüleyici bir yerdir, ahhh deyince, Derya o ahh’ı tuttu, hadi kalkın sizi gezdireyim dedi. Önce kulise, o her bir yanı ampüllerle çevrili aynanın olduğu odaya girdik. Birden aynada, ‘bir şiirin dizeleri hızla kayan bir altyazı gibi geçip gitti önümden’, bir tek kiraz çiçeklerini okuyabildim. Sonra sahne gerisinden, siyah perdelerin arasından sahneye doğru…
III. Avcı Karkap’ın Hikayesi
Ankara’da üniversiteye başladığım yıl ülkenin bazı illerinde sıkıyönetim vardı, 1979. Gazi Eğitim Fakültesi ve yurt kayıdına annemle gittik, beni bana emanet edip Adana’ya döndü. Dersler benim için kolaydı. Konservatuvara dışardan bitirme öğrencisi olarak kayıt yaptırdım, bu o yıllarda mümkündü. İkinci yılımda 12 Eylül oldu. Bir tanıdıktan Ankara Sanat Tiyatrosu’nun (AST) oyuncu olarak yetiştirmek üzere kursiyer sınavı açtığını duydum. Gidip başvurdum. Sınava giren seksen dokuz aday vardı. İlk gün, yüzüm gözüm gayet renksiz gidip sıramı bekledim, ben ertesi günkü seçmelere kalmıştım. O gece bir arkadaşım, neden böyle renksizsin, hani makyaj? Tiyatro renktir, öyle gitme yarın dedi. Bir güzel süslendim. Sıra bana geldi. Sahneye çıktım. Karşımdaki koltuklarda, Rutkay Aziz, Şener Kökkaya, Altan Erkekli, Işık Yenersu, Meral Niron gibi Türkiye’nin bu işteki dama taşları oturuyor. Kendimi tanıtmamı istediler. Eh, artık dilimin döndüğünce. Konservatuvarlı olmam onları etkilemişti ama kim değildi ki? Bir iki durum belirlediler, sana top attım, tuttun, eyvah bu bir bomba gibi durumları oynamamı istediler. Bence iyi yapamadım. Sonra Rutkay Aziz, peki dedi, o büyülü, sisli sesiyle, bize ne hazırladın, oyna bakalım Gazili.
Ben bir şey hazırlamadım ki. Bundan haberim bile yoktu. Ama olumsuz giriş yaparsam kaybedeceğimi sezdim. Avcı Karkap’ın hikayesinden bir bölüm cevabını verdim. Bir süre önce oyunculukla uğraşan bir arkadaşım bu bölümü sadece bana özel oynamıştı, ev olarak kullandığı bir ofiste gecelediğimiz bir zamanda. O oynarken büyülenmiş gibi izlemiştim. Gece uyumadan önce, yorganın altında, gözlerim kapalı sahneye çıkar, Avcı Karkap olurdum. Rutkay Aziz, hadi bakalım, başla deyince, arkadaşım ne yaptıysa, aklımda ne kaldıysa, Allah ne verdiyse oynadım. Sol dizimi yere dayayıp, Rutkay Hocanın gözüne baktım, alnının ortasına nişan aldım, avımı vurarak oyunu tamamladım.
Kazananlar listesinde adım ikinci sırada yazıyordu, ilki Altan Gördüm. Adımı görünce, insan olmaktan çıktım, sığırcık, kızılgerdan, önü benekli, kar baykuşu; öyle bir canlı oldum. Artık çok disiplinli günler başlamıştı. Gündüz vakti okulum, sonrasında AST, her biri birbirinden değerli hocalardan alınan dersler, uygulamalar, müzik ve felsefe dersleri dahil. Cumartesi ve Pazar günleri sabahın köründe uyanıyor, yurtta yaptığım sıkı bir kahvaltı sonrasında yürüyerek tiyatroya gidiyordum, adımlarım her zamanki beni solluyordu. Yaşam coşkusu, enerji ve mutluluk doluydum, evet dünyada değiştirilmesi gereken çok şey vardı ama işte sanat ve aralarında bulunduğum insanlar coşkun çağlayanlar gibi akıp umut serpiştiriyorlardı. En çok Rutkay hocanın ve Işık hocanın derslerini seviyordum, bir de kulisi. Meral Niron’un makyajını yaptığı aynaya içinde kiraz çiçekleri geçen bir şiir rujla yazılmıştı. Diksiyon derslerinde dilimde alışageldiğim bir yanlış düzeliyor, göğüs ve diyafram kullanmayı, nefesi doğru almayı, sesi yüksek çıkarmayı öğreniyordum. Ortam müthiş güzeldi. Gencecik öğrenciler, hepsinin kalbi tiyatro diye çarpıyor ve onların arasında olmayı hak etmiş on sekizlik bir genç kalp de benim, ne güzel, olmak istediğim yerdeyim. Dersler, tiyatroda oyun ve prova olmayan saatlere göre ayarlanıyordu. Burada geçirdiğim zaman okul derslerimi olumsuz etkilemekten çok uzaktı, depoda bana üç yıl yetecek İngilizce bilgisi vardı.
Bu olağanüstü mutluluğumu ailemle paylaştım, daha ilk günden. Sevgili kızları, dördüncü sınıftayken sahneye çıkıp kendine göre rüştünü ispatlamış kızları şimdi ülkenin en önemli özel tiyatrolarından birine kabul edilmişti, sevinsinler.
Bir ay kadar sonra, kız yurdunun her köşesinden duyulan anons beni çağırdı, telefonum var. Annem, bak kızım, şimdi sana babanla aldığımız bir kararı açıklayacağım, yalnız tepki gösterme, dinle beni, dedi.
IV. Bir Şiirin Dizeleri Hızla Kayan Bir Altyazı Gibi Geçip Gitti Önümden
Sahne arkasındaki siyah perdelerin arasında durdum. Yerden tavana boydan boya gerilmiş perdelere baktım. Bu kara boşluğun uzandığı salonda, az sonra giriş yapacak oyuncuyu bekleyen yüz elli kadar kalp çarpıyor, üç yüz kadar göz görmeyi bekliyor.
Sahneye yürüdüm, bir kez döndüm, kollarımı havaya kaldırdım. Orta yerde duran iskemleye oturdum.
Annemin telefonuyla önümdeki tiyatro kapısı kapatıldı. 12 Eylül’ün yarattığı korku insanları çiğnedi, ezdi, hikayelerimizi bir romanın çevrilen sayfasındaki kesme işaretinin devamı gelmeyen hecesi gibi boşlukta bıraktı. Çevrilen sayfada önceki hayallere son veren ve insanın içini acıtan başka bir şey başladı. Kavgası hiç bitmedi. Annem ve babam hissettikleri korkuda haklı olabilirler. Babam haklılığını pekiştirmek için “sen Juliet olamazsın,” dedi. Annem, sonraki yıllarda oğullarımın oyunculukla haşır neşir olmasını vurgulayıp, “bak bak için açılsın,” dedi. Bitmeyen kavga büyüyünce, “Eee, çok istiyorsan yapsaydın,” dedi. “Neyse bari, bir tiyatrocunun gelini oldun,” diyenler oldu. Oğullarımın sinema ve tiyatroda yaptıkları güzel şeyleri dede ve hala geniyle doğrudan bağlayanları sessiz sessiz dinledim. Böyle sözlerin söylendiği anlar insanda bir filmin yüze odaklanmış fotoğrafı olarak kalıyor. Ön üst dişleri ayrık kocaman gülen bir ağız, bir iç çekiş, meydan okuyan bir çene kaldırış kalıyor.
Bir şiirin dizeleri hızla kayan bir altyazı gibi geçip gitti önümden. Aklımda kiraz çiçekleri, bir sığırcık, bir kızılgerdan, bir önü benekli, bir kar baykuşu kaldı, onu da elimde şarap ya da kahve, yeni tanıştığım insanlara anlatıp durdum.
Kırmızı taşlarla çevrelenmiş, kapağı lehimli kolyeyi sanki ilk kez görüyormuş gibi bakarak elime aldığım an sözcükler kanat kırpmaya başladı.