Dilara Akay, Kuad Gallery’nin ev sahipliği yaptığı “Ahraz/Deaf&Mute” sergisinde kendi ifadeleriyle yerlerinden, ailelerinden, kimliklerinden edilmiş kadınların hak ve talepleri üzerine düşünmeyi amaçlıyor. Bunu yaparken ailesinin kadınları Dudu, Ahraz, Fadime ve Naime’den kendisine ulaştırılan sessiz zenginliklerinin altını çizerek, onların hatıralarını onurlandırmayı istiyor.
Her bir köşesinde sanatçının geçmişinde yer edinen bu güçlü kadınlardan izler görmenin, onları duymanın ve hissetmenin mümkün olduğu sergi sadece onların dünyalarına kapı açmamış, aynı zamanda var oldukları coğrafyanın zenginliğine, o coğrafyanın çok sesliliğini kendi yaşamlarına işlemelerine, varlıklarında bir olan sessizliklerine ve çığlıklarına, doğanın yüceliğine ve bireyin kendi var oluşunu anlamlandırmasına dek çok çeşitli referanslar sunmuş. Akay’ın son sergisi ile kurduğu “son cümle”si kendi dünyasında hepimizin yer bulabileceği ve hep beraber yaşamı dönüştürebileceği bir yuva olmuş.
Dilara Akay kimdir? Önce size tanıyalım?
Bu sergi kurduğum cümlelerden bir tanesi. Son dönemimi gayet iyi anlatıyor. Adana doğumluyum. Eğitimimi İstanbul’da tamamladım ve bambaşka konulardan sanata geçiş yaptım. Formal eğitimim yok. Bulunduğumuz coğrafyanın kaygıları, kadın olma durumu bunların hepsi benim için itici güç oldu; yaratıcı yeti ile birleştiğinde kendimi bu yolda buldum. 1997 yılında moda sektöründen ayrıldım. Öncesinde tasarımcı idim, o da kendi kendimi yetiştirerek içinde bulunduğum bir süreç oldu. O zaman için önemli olan Dice Kayek, David People gibi markaların yaratıcı kadrolarında bulunmuştum. Kendimi bulmak, bulunduğum ortamın da sesi olmak gibi bir kaygıyla 1997 yılından 2007’ye kadar çeşitli sanatçı atölyelerinde hem çizimi hem de üç boyutlu teknikleri denedim. 2007 yılında ilk kişisel sergimi yaptım, o sergi yine endüstriyel malzemeleri kullandığım daha soyut, daha minimal şeyleri kapsadı. Zaman içinde daha anlaşılır olma kaygısıyla daha figüratif ve daha ne olduğu anlaşılır şeyler yapmaya başladım. Evrilerek ilerleyen bir süreç oldu benim için. Kendini buluyorsun, sonra bunu işinde yansıtıyorsun, yaptığın seni bir ortama taşıyor, o ortamda sanatçılarla etkileşiyorsun, sonra o seni bir yere daha taşıyor derken bir spiral bu aslında… Zaman zaman içe doğru, zaman zaman da dışa doğru açılıyorsunuz.
Bu sergide size dair bir hikaye anlatılıyor. Anneanneniz ve yaşamınızdaki diğer güçlü kadınların hatıralarını izliyoruz.
Kadını güçlendirme meselesini önemsiyorum, zaten erkek egemen bir toplumdayız. Dolayısıyla onların sesi oldukça gür çıkıyor. Muhakkak erkek biyolojisi erkek olup da yönelimi farklı olan ve gerçekten azınlık durumunda olanların da seslerini önemsiyorum. Kadın çok benimle birleştiği için hep alt temada kadının güçlendirilmesiyle ilgili araştırmam var; çünkü aynı anda birlikte güçleniyoruz. Sonra dönüp baktığımızda o sessiz sesi dile getirmek istediğimin bu sergiyle de iyice altı çizilmiş oluyor. Kendi içimdeki o sesin bana bırakılan elle tutulmayan emanet olduğunu dile getirme durumu söz konusu. Çevrede çok birlikte güçlenecek kadın hareketi var. Onlarla da birtakım çalışmalar yapıyorum. Bu dönemde belki bulunduğumuz tarihi konumla ilgili kendime dönüp, kendim üzerimden cümle kurmak ve tüm sorumluluğuyla, tüm zenginliği ile kendi tanımlarımı sorguluyor olmak daha doğru geldi. Bunun ilham vereceğini düşündüm, neticede çünkü kendimi ortaya koyarak yaptığım bir şey, soyut değil, artık somut bir referans oldu. Sanıyorum böyle bir itki ile böyle bir çalışma yaptım kendime.
Sergide çok dikkatimi çeken işler oldu. Bir tane demirden tasarladığınız küçük dilimizi gösteren duvara asılı bir işiniz bulunuyor, bir de onun tam tersi dili yere kadar uzanan yine demirden tasarladığınız pembe başka bir dil var; işler arasındaki bu tezatlığı açıklar mısınız?
Bir kere serginin adı “Ahraz”; Ahraz ailemin soyağacındaki iki tane öksüz kadını ifade ediyor. Kadınlardan küçük olan anneannemin annesi, diğeri ise teyzesi. Teyzesinin sağır ve dilsiz olması durumu, adının bile olmaması -ki mezarını bile bulamadım-. Burada bir çığlık ve dile getirme, bir konuşamama durumundan yola çıkarak hazırladığım bir çalışma oldu. Küçük dili çığlığın en üst noktası, diğerini ise çığlığın dışarı çıkmış ve herkesçe görünür hale getirilmiş olan durumu olarak düşünebilirsiniz. Bütün işlerin kendi arasında küçük küçük konuşmaları var. Yani bulutsu bir çerçeve çizip, onun içinde benim duyumsadıklarımı izleyiciye aktarmak için bir alan yarattım. Bir ses enstalasyonu da var, topuklu ayakkabıyla dolaşan bir kadının ayak sesleri var. O kadın aramızda dolaşıyor aslında. Kadın bir odada dolaşıyor ama dışarıya çıkamıyor. Çaresizliğinin içindeki ayak sesleri hayatta kalışını ifade ediyor, çünkü adım atıyor. Bunların hepsini düşündürmek, hissettirmek istedim.
Kırmızı büyük tarağın hikayesini de anlatır mısınız? Hatta o esere ilham olan size hatıra kalmış orijinal bir tarak var mı?
Var. Oradaki pek çok işin orijinali var. Tarağınki basit saç taramak için kullanılan bir aparat, ben onu taç haline getirdim. Yani o denli görkemli bir tarak değil elimdeki, fakat o kadınları onurlandırmak için yaptığımdan taçlaştırmak istedim. Farkındaysanız içinde de fantom yani görünür görünmez çığlık atan ve bakan figürler var, hem onların durumunu anlatan hem de taçlandıran bir şey yapmak istedim. Halıdan yola çıkarak kullandığım formlar var. Direkt olarak kartal işlemesi var, onu birebir uyguladım demire. Bir de anneannemin asıl kendinin işleyip bana emanet ettiği aslan işlemesini ise herkesin alıp emaneti devam ettireceği bir kartpostala çevirdim. Her eserde küçük küçük referanslar var.
Bağırsağa benzeyen dar alana sıkıştırılmış bir eseriniz de var, onu anlatır mısınız?
Organ elbette bir şekilde içerde kıvranan bir durumu anlatıyor. Bir kıvranma, sıkışma hali. Bu 2007 yılında yaptığım bir eserdi. Cümlenin içinde yerini bulacağını çünkü duygu olarak o içteki kıvranmayı, yarayı anlattığını düşündüm. O ilişkileri kuran işleri sergiye serpiştirdim. Mesela yara fotoğrafını Mardin’de araştırma amacıyla gittiğimde 2014’te çekmiştim. Orada belediye çalışanı 41 tane çöpçü eşek vardı. Onların semerlerinin altı yara dolu, büyük yükler taşıyıp sessizce bazı şeylere katlanıyorlar. Onların yaralarından edindiğim görsel mercana da benzetilebilir, mercan kayalıklarının haykırışı da olabilir. Doğaya da bir göndermesi söz konusu. Konuştukça açılabilen, referanslar olarak düşünün. Kadından yola çıkıyoruz, doğayı da umursuyoruz, içinde bulunduğumuz coğrafyanın tarihin tanımına nasıl açılardan bakılabilir, bunu çok önemsiyorum.
Girişte yerde iki tane ve arkasında iki tane duvarda asılı duran kulaktan yola çıktığım eserler var. Sağır ve dilsiz olgusundan yola çıkarak yaptım. Kendi kulağımdan türettiğim formlar. Kulaktan kulağa, bir kulaktan girip bir kulaktan çıkması, kulağın tıkalı olması, o konik formun içinde kayboluyor, arkası açık değil, bir tür tıpa gibi. O bütün kulağın referanslarını düşünmek, düşündürmek, duyumu arttırmak gibi kaygılarla yapıldı, ama formun direkt açıklaması yok. Bütün o yuvarlak formlu heykellerde ekmek saçı kullanırım. Kadına referans olduğu için, bir mutfak aracı olduğu için, form olarak da kuvvetli olduğu için, yusyuvarlak, her Anadolu’da evin duvarında asılı olan şeyi hep cümlemin içinde çeşitli şekillerde işledim.
Siz eserlerinizi yaparken çok çeşitli mecralar kullanıyorsunuz. Bu da bir sanatçı olarak güçlü yanınızı gösteriyor. Bu sizin bir seçiminiz mi, yoksa süreç içinde mi bu çeşitlilik kullanım alanınıza girdi?
Aslında kökeninde heykeli araştırmak var, çünkü heykel hem dinamik hem statik mekanizmaları içeren, mekan ve zamanla ilgili bir şey. Dolayısıyla insan hareketi, sadece form değil, format dediğimiz, yani insanların bir arada yaptığı, o şekilde de içeriyor araştırma alanını, dolayısıyla bir anda sonsuz malzemenin içinde bulabiliyorsunuz kendinizi. Zaman zaman sadece yaptığım performatif bir şey oluyor şey, insanları da içine dahil eden “happening” gibi, sonra bazen onun bir küçük izi kalabiliyor. Tek başıma yaptığım bir ritüelden yola çıktığım ağaç kökleri ve çiçeklerden oluşan dört fotoğraftan oluşan seri buna bir örnek.
O fotoğrafta ben çok farklı okumalar gördüm. Sizin kadın ve aidiyetle kurduğunuz ilişkiyi hissettirdi. Kökenin taçlandırılması, çiçeklerle süslenmesi gibi…
Evet, bunu anlatmak istiyordum çünkü, gerçekten böyle bir hisle yaptığım bir şey. Size bu fikri veriyorsa gerçekten ne iyi, özü bu, biz durumumuzu anlamalı ve şifalandırmalıyız ve hatta bize çizilen sınırları kesip ondan bir “love” yazmalıyız.
Şamanik ilgiler var mı eserlerinizde?
Ruhsallığı, şamanik kavramları önemsiyorum. Çünkü hepimizin içinde bir kuvvet var ve onu fark edip ve onunla el ele tutuşarak yarını değiştirebiliriz. Hayatı dönüştürebiliriz. Şu anda baskı altındaki özgürlük, demokrasi ve kadınlık durumu bunların hepsinin üstüne ancak kendi iç gücümüzü keşfederek ve hep beraber direnerek karşı durabiliriz. Dolayısıyla çok kendine referanslı bir şey oluyor, onu öneriyorum. Hem kendini geliştirmek, araştırmak, farkında olmak, ondan sonra da sahip çıkıp sorumluluğunu alarak ayakta durmak, ele ele tutuşmak, herkesin kendi var oluşuyla birlikte var olmak.
Daha önceki kişisel sergilerinizle bu sergi arasında bir ilişki var mı?
Devamlılık formlardan dolayı oluşuyor. Malzeme olarak elimde hep kağıtla kesip yaptığım şeyleri endüstriyel malzemeye uyguluyorum. Dolayısıyla bir lisan birliği oluyor. Disklerin kullanımı devam ediyor. Eskiden yaptığım bir şey bugünkü cümlemin içine girebiliyor. Tabii ki baktığınız zaman bu en son yapılan en çok şeyi içeren oluyor. Spiralin açılmasından bahsediyoruz ya, dolayısıyla dış halkadayız şu anda, belki o açıdan en zengini, en güçlüsü benim adıma. Yarın yapacağımdan belki zayıf, bugün için bence kendimi doygun hissettiğim, evet ben anlatabiliyorum derdimi dediğim bir durum.
Peki bundan sonraki planlarınız neler?
Yaz aylarında Terzo Parodiso projesi elçisi olduğum Michelangelo Pistoletto, onun Cittadellarte isimli vakfı ve sanat merkezinde onların fikri olan 3. Cennet’in yaratılması, sanatın politik, sosyal, ruhsal her konuda iyileştirici ve sorumluluk alıcı rolünün benimsendiği bir proje var. Temmuz ayında elçiler toplantısı olacak ve herkes kendi bölgesinde neler yapacağını anlatacağı, karşılıklı birbirimizin projelerini öğrendiğimiz ve genişleyeceğimiz bir çalışma olacak. Bu dördüncü kez yaptığım bir çalışma. Su hakkı temalı bir sanatçı programına kabul edildim. Önümüzdeki sonbaharda Amerika’da üç ay geçireceğim. Hem sosyal bilimciler, hem aktivistler, hem sanatçıların katılacağı Santa Fe Sanat Enstitüsü’nde benim öğreneceğim, kendi duyarlılığımla bir şey koyabileceğim bir ortam olacak.
Dilara Akay’ın Kuad Gallery’de gerçekleşen “Ahraz/Deaf&Mute” adlı sergisi 30 Nisan’a dek ziyaret edilebilir.
Kaynak: artfulliving.com.tr