Sezai Karakoç ne Dicle’dir, ne Fırat; bir yeraltı akarsuyudur.
‘Arabesk’ bir güzel sanatlar terimidir. Dünya literatürüne İslâm sanatı tarihçilerinin bir armağanıdır. Dar anlamda ‘girişik bezeme’ demektir, geniş anlamda “Araplara, Ortadoğu’ya ait, İslâm uygarlığını, Doğu’yu anıştıran” manasına gelir.
Günümüzde bir müzik türünün adı olarak hâfızamıza sıvaşmış, deyim yerindeyse öbür anlamlarını dumura uğratmıştır.
Kimi çevrelerce de “yoz kültür”ün, düzeysizliğin bir tanımı veya tanımsızlığı olarak kullanılmaktadır. Velhâsıl Fransızca’dan Türkçe’ye geçen en işlevsel, en eski, içine doğduğumuz kültür açısından mihenk taşı denebilecek bir terim, “medya”nın hışmına uğramış, sözcük dağarcığımızı daha bir fukaralaştırmıştır.
Arabesk (Fransızca arabesque), dediğim gibi, kök anlamının sınırlarını aşmış, 70’li yıllara kadar daha çok resimde, dekorasyonda, koreografide, az biraz da müzikte, ama Fransızca tanımlarına yakın anlamlarda kullanılmıştır. ‘Türkesk’ sözcüğünü bu mealde ilk Niyazi Berkes’te gördümdü: Türkiye’de Çağdaşlaşma (1973). Sanırım başka kullanan da olmadı. Geçen gün Mezopotamya’ya bakarken, gözümden kaçan bir şey var mıdır diye Kürt, Arap, Türkmen kökenli şairlerin ürünlerini dizlerime serdiğimde, onları adlandırma ve sınıflandırma arifesinde, ‘türkesk’ ve ‘kürtesk’ sözcükleri dudaklarımdan dökülüverdi (bkz. kitap-lık, Aralık 2003). Doğrusu ya, Ahmed Arif “şiire kürtesk motifler taşıyan bir şair”di, “Doğu motifleri” değil…
Sezai Karakoç da Doğuludur: Erganili. Şiirlerinde içine doğduğu kültürü, coğrafyayı, hattatlara özgü bir maharetle resmeder. Yaşam öyküsünü, Mezopotamya’ya ilişkin düşlerini, arzu ve kaygılarını, inceltilmiş yeşil bir sesle kalbimize zerk eder. Fısıltısı nidaya dönüşür: Karacadağ’dan, Reşko’dan Suriye’ye, Lübnan’a, Çöl Arabistanı’na (Latince Arabia Deserta) akar. Şairi şair kılan sedası değil aks-i sedasıdır.
Belki söylemek bile fazla: Bugünkü şiiri hazırlayanlardan biri, hatta en önemlilerden biri Sezai Karakoç’tur. Gençleri okuyun bir: Necat Çavuş’u, Cevdet Karal’ı, Ömer Erdem’i, Hüseyin Atlansoy’u, Bejan Matur’u, Mehmet Can Doğan’ı, Metin Kaygalak’ı.
Son yılların revaçta konularından biri “gelenek”tir: sofistike Türk şiiri, sofistike şiir bilgisi, Türkçe şiir antologyası. Sorun “yararlanmak”la “yeniden üretmek” arasındaki naif çizgidir, metinlerarasındalık bağlamında, bugünkü şiirdeki gizli/direkt göndermeler, taklit, ‘intihâl’ veya aparmalar.
Hayır, Sezai Karakoç’un böylesi handikapları yoktur. O, esin perilerinin işmarı üzre şiirin bildik bütün türlerini, hem de tarz-ı kadim dahilinde kullanmakta hiçbir sakınca görmez, görmemiştir. ‘Yaşlı’, ‘cihanşümul’ bir tinsel evrenin kalemşorudur çünkü.
“Ümmet-i Muhammed”dendir, “ümmetullah”dan biri. Ne bir etnik gruba mensuptur, ne mazlum bir halka. İki satır önce heyecanla zikrettiğim ‘arabesk, kürtesk, türkesk’ terimleri de onun etik/estetik neliğini, ‘ontik’ kimliğini, politik tercihini, modern bir şair olarak Sezai Karakoç’un portresini deşifre etmemektedir. Asıl sorun buradadır işte. Zira o, tekmil Mezopotamya fotoğraflarında, ayrıksı, tebeşir dairesinin dışında, göynük veya mesrur ama yek başına durmaktadır.
Modern Türk şiirinin uç beylerinden biridir Sezai Karakoç. Duruşuyla, şiirleriyle, edebiyat ve siyaset üzerine düşünceleriyle, girift, karartılmış kozmogonisiyle, ahiret tehdidini şiar edinişiyle, çelişkileriyle, yaşama sevinciyle.
Ne Dicle’dir o, ne Fırat; bir yer altı akarsuyudur. İnsan sadece Sezai Karakoç okuyarak şiirin, organik ve inorganik evrenin koordinatlarını bulgulayabilir, “içindeki Ben”in sırlarını deşifre edebilir: böylesi bir imana, Sünnî tevekküle sürükleyecek kudrete sahiptir onun şiiri.