Sonsuz Potansiyel – Emre Toğrul

Emre Toğrul

Bu hafta, David Bohm’un hayatı, Kuantum ve felsefe derken,
Nobel 1977 Kimya ödülünü alan Prigogine’in bir sözü ile,
Beyni yakmayı göreceli olarak dördüncü boyut zamana bıraktık.
Prigogine ‘’ Adına gerçeklik dediğimiz her ne ise,
Bize ancak etkili ve yapıcı katkımız oranında açımlanır’’ demiş.
Ben bu gazete sütunumda, Kuantum Felsefesini yazmak istesem,
Ancak bu söz ile hepsini bir cümlede toplayabilirdim.
Klasik fiziksel mekanizmalara bakarsanız, yani gördüğünüze,
Herşeyin kontrol edilebilir bir açıklaması var gibidir.
Üç boyutlu boşluklar gördüğümüz, onları isimlendirdiğimiz kesindir.
Onların bizim bakışımız, görüşümüz, hissedişimizden bağımsız,
Kendi başlarına ve herşeyden ayrı bir varlık olduğunu,
Zamanın da, tekil bir lineer doğrultuda ilerlediğini düşünürüz.
Hissettiğimiz deneyimleri ise gerçeğin ta kendisi olarak biliriz.
Ama herşey bu denli gerçek ve olduğu gibi görünürken,
Milyonlarca kişi, bu gördüklerinin deneyimleriyle dolu hayat sürerken,
Deha, bilim adamı, filozof adı altında, aklı farklı çalışan insanların,
Hala gerçeğin doğru doğasını temsil eden asıl şeyi aramalarına ne demeli?
Görünenle görünmeyeni, makro ile mikroyu birirbiri ile ilişkilendirmeleri,
Ve bu işi hep bir üstü kapalı yeni düzen tarifi için yapmalarındadır ki tılsım,
Sonuçta, bilincin tarifini yeniden yazmaya kadar gider bu konu.
Haşa, bugün sizi ne kuantum fiziğinin matematiksel örgüsüyle boğmak,
Ne de üstü kapalı bir relativite teoremiyle, olasılık hesabına çekmek amacım.
Bu köşenin sizle iletişime geçip, sizin görüp, etkili ve yapıcı katkınız oranında,
Belirsizliğin içinden bir belirlenebilir gerçeklik çıkarmak isterim.
Öyle ya hepimiz; bir ‘’ evvel zaman, kalbur saman içinden, develerin tellal,
Pirelerin berber olduğu’’, her an herşeyin olabileceği zaman ve mekanlarda,
Evren, gerçeklik ve beden-zihin ikiliğindeki masallarla büyümedik mi?
Dedelerimiz, nenelerimiz bize; Kuantum göreceliğinde, olasılıklar dolu,
Zaman yolculuğunda masallar anlatırken, ağzımız sulanıp dinledik de,
Niye şimdi bu kardeşiniz, bireysel nesneler kuramı, ölçümün çevrilmezliği,
Gözlenen sistem ve gözlemci arası ilişki deyince somurtuyorsunuz?
Çünkü görmek ve etkileşmek istediğimiz kadar olasılığa açık hayatlarımız…

●●●●○○○○●●●●

Milattan önce 5. Yy.’da atom kavramını ortaya atan Antik Yunan Leucippustan,
Arşimet’e, oradan Einstein ve David Bohm’a tüm akil adamların tek hedefi,
Yaşamın ve doğanın bizim beş duyu ile algıladığımızın çok ötesinde,
Görünmeyen ve ölçülemeyen olasılıklarla dolu ‘’ herşeyin teorisi’’ olabilecek,
Paralel evren ve zaman biçimlerini bizlere anlatıp, ufkumuzu genişletmekti.
Düşünün, zaman yolculuğu ile ilgili bunca roman yazılmasının, film yapılmasının,
Masallarda, hikayelerde, rüyalarda zaman içindeki gidiş gelişlerimizin bir nedeni olmalı.
Sadece beş duyumuzla şimdiki zamanı idrak edip yaşayabildiğimiz halde,
Sürekli zihnimizde geçmiş ve gelecekle ilgili olasılıklara saplanmamız,
Biz kendi evrenimizi, dünyamızı olasılıkların bir tanesine indirgesek te,
Kendimizi istemsizce bıraktığımız ara boşluklarda tüm paralelliği görebilmemizdendir.
Yani kelamın hülasasından bir öz çıkar ‘ ay hekim’ derseniz, derim ki;
Atom altı dünyaları keşfederek, oradaki gerçekliğin kendi algımızdan farklılığını,
Evrende bağımsız nesneler olmadığını, herşeyin biribirine bağlı olduğunu anlatan,
İster Kuantum, ister Einstein izafiyet kuramı, ister hologram kuramı deyin, hepsi,
Evrendeki birliği ve tekliği göstermektedir.
Buna bağlı olarak ta, gerçeklik anlayışının can alıcı özelliği gözlemciye aittir.
Yani bize aittir ki, gözlemlenen şeyin özelliklerini tanımada büyük bir roldür bu.
Maddelerin, cisimlerin, canlıların, insanların kendi sabit özelliklerinden ziyade,
Gözlemci ile giriştikleri etkileşim sonucu oluşan bir gerçekliği vardır.
Heisenberg’in sözleriyle; ‘’gözlemlediğimiz şey doğanın kendisi değildir,
Yalnızca doğanın yönelttiğimiz soruya verdiği yanıttır’…

●●●●○○○○●●●●

Hayatını, bu yepyeni düşünce yapısına adamış bir insan David Bohm,
Zihin madde ilişkisini yorumlarken, işte bu etkileşimin göreceliliğine atfen,
İçsel deneyimlerimizle düşünce yöntemlerimizin benzerliğine vurgu yapar.
Doğanın bize bazı şeyleri göstermemesi, ya da bir başkasına göstermesinin,
Kuantum fiziğinin en önemli ilkesi olan ‘ belirsizlik ilkesinin’ en güzel açıklaması;
Bizim ancak yapıcı ve etkili katkımız oranında gerçeği idrak edebilmemizdir.
O halde asıl soru olan ‘’ KENDİMİZİ BİLMEK’ olasılığının gerçekleşmesi,
Hangi koşulda, nasıl bir beden-zihin ortaklığıyla oluşacaktır, bir düşünün.
Eğer Einstein’ın dediği gibi ışık hızına yakın giden bir uzay gemisindeki insan,
Yeryüzündeki bir insana göre daha yavaş yaşlanıyor ise,
Kendimizi gerçekten tanıma olasılığımız, sadece bakmasını görmesini bilmek,
Ve bu zamanın boyutlara sığmayan göreceliliğini kavramakla mümkün dostlar.