“Şeylerin senin arzu ettiğin gibi olmasını isteme, nasıl oluyorlarsa öyle olmalarını iste, böyle yaparsan çok mutlu olursun. (Epiktetos)
Epiktetos’a göre değişmez, bozulamaz ve fark gözetmeksizin tüm insanlar için geçerli olan varlıkların gerçek doğasını öğrenmek önemlidir.
Epiktetos şeylerin doğasını iki kategoriye ayırır. Kendi gücümüze bağlı olanlar ve kendi gücüne bağlı olmayanlar.
Kendi gücümüze bağlı olanlar kategorisinde yargı, tepki, arzu, iğrenme vardır.
Kendi gücüne bağlı olmayanlar kategorisinde de sağlık, mal-mülk, şöhret yer alır. Epiktetos daha sonra öğrencilerine iki önemli kavram daha tanıtır. Prohairesis ve diahairesis.
Prohairesis, insanlarını diğer canlılardan ayıran şeydir. Kendi değer yargılarımıza göre bir şeyi arzulamamız veya ondan kaçınmamıza, bir şeyi yapmak zorunda hissetmemiz veya hissetmemize, bir konu hakkında hemfikir olmamıza veya ayrı düşmemize neden olan yetidir. Epiktetos sürekli “biz kendi prohairesis’imiziz” der.
Diahairesis de prohairesis’imiz tarafından gerçekleştirilen yargıdır ve işte bu bizim elimizde olan ve elimizde olmayanı ayırt etmemizi sağlar.
Sonuçta, Epiktetos öğrencilerine iyinin ve kötünün yalnızca prohairesis’imizde var olduğunu, ve asla dışsal ya da aprohairetik şeylerde var olmadığını öğretir. İşte bu düşünceleri tümüyle kavramış ve gündelik hayatında uygulamayı başarmış iyi bir öğrenci, ulaşmak istediği nihai nokta mutluluk ve verimlilik olan felsefi hayata adım atmaya hazırdır. Bu mantık ve “şeylerin doğası” ile uyum içinde erdemli bir hayat sürer. Fikirlerini tekrar tekrar Socrates’e atfeden Epiktetos, amacımızın kendi hayatlarımızın efendisi olmak olduğunu savunur.
Epiktetos, MS 55 yılında Frigya’da köle olarak doğmuş hayatının büyük bölümü Yunanistan’daki Nicopolis’de geçirmiş ve orada ölmüş bir Yunan stoacı filozof’dır. Stoacılar, doğaya uygun yaşamayı felsefi olarak benisemişler ve mutluluğun dış koşullara bağlı olmadığını dile getirmişlerdir.
Günümüzden yaklaşık 1950 yıl önce savunulan mutluluk için söylemlerimiz, hâla devam ediyor. Mutsuzluklar o kadar hızlı dağılıyor ki! Sadece düşüncelerimizle baş başa kalmayı unuttuk. Veri zengini çağda, dikkat dağıtan arkadan gelen gürültülü şeylere kulaklarımızı tıkamayı unuttuk. Veri zenginliği ile yaşarken hepimiz zaman hastalığının pençelerine düştük. Zamana yetişmek için daha fazla koşmak gerektiğini öğrendik ve çoçuklarımıza öğrettik. Öğretiyoruz da acımasızca. Tüm dünya bu hastalığa tutulmuş durumda. Dünya Ekonomik Forumu’nun kurucusu ve başkanı Alman Klaus Martin Schwab ‘Güçlü olanın güçsüzü yendiği bir dünyadan, hızlının yavaşlığı yendiği bir dünya düzenine geçmekteyiz’ diyerek hızın niçin gerekli olduğunu anlatır. Ancak hız her zaman en iyi yaklaşım değildir. Evrim hızlının değil, güçlünün ayakta kaldığı bir düzene dayanır. Hayatta hızla ilerlerken, her saate daha fazla şey sığdırırken, kendimizi kırılma noktasına kadar zorlamak, hız takıntılarımızdan kurtulmak sağlığımız için de önemlidir.
Sokrates, kalp atışlarımız hızlandığında, zamanda hızlanır mı? Derken, aslında Sokrates burada hem düşündürüyor, hem de zaman ile eğleniyor. Tehlike karşında hızlı tepki vermekle, insanın zamanı nasıl ölçtüğünü nüktedan bir soruyla cevaplıyor aslında.
Ludwig Wittgenstein; “Düşüncelerimi kendi yönüne karşıt bir yöndeki düşünceye zorladığımda, düşüncelerim bu zorlamaya yenik düştü hep.” Sözleri bana, Sokrates’in sorusuna karşıt bir soru sorduruyor.
Kalp atışlarımız yavaşladığında, zaman da yavaşlar mı? Esas düşünmemiz gereken burada ki objektif zaman olmalı bence.
Uzun süre mesai vermek hepimizi randımansız, hata yapmaya meyilli, mutsuz ve hasta insanlar haline getiriyor. Stres yüzünden oluşan şikayetler hızla artıyor. Kırklı yaşlarda görülen tükenmişlik artık yirmili yaşlara kadar iniyor. Haftada doksan saat çalışan Japon borsacı Kamei Shuji’nin insanüstü gücünü yazılı ve görsel haberlerle göklere çıkartan şirketi, onun bir altın standart haline getirirken aslında omuzlarına daha da fazla iş yükü bindiriyor. Kamei Shuji yirmi altı yaşında ani bir kalp kriziyle hayatını 1990 yılında kaybetmiştir.
Burada şu sorular akla gelebilir. Bundan ders almalı mıyız? Yoksa; ölene kadar çalışmalı mıyız?
Tek bildiğim etrafımızdaki diğer insanlarla daha doğrusu dünya ile gerçek bir bağ kurmamız gerektiğidir. Toplum, aile, arkadaş çok önemlidir bizim için. Bizleri bir araya getiren ve hayatı yaşanır kılan her şey ile hayat bulur, yetişmeye çalıştığımız zaman. Burada küçük kızımın ilkokulda yaşadığı ve ailemizi yıllarca inciten, üzen bir anımı anlatmak istiyorum sizlere.
Kızım Tülin, ilkokula Adana da Celalettin Seyhan ilkokulunda altı yaşında başladı. Okumayı öğrendiği aylarda, okula başladığı günden yaklaşık dört ay sonra sınıflarını, milli eğitim müdürlüğünden gelen bir müfettiş ziyaret eder. Sırayla öğrencilere istediği sayfalardan okumalar yaptırır. Sıra kızıma gelir. Müfettişin verdiği yazıyı Tülin okumaya başlar. Sıkılmış olmali ki müfettiş, kızımın okumasını keser ve ‘sen, işitme engellilere iyi bir spiker olursun’der. Kızım, okuması kesildiği için üzülür ve ağlamaya başlar. Orada ağlaması, arkadaşları arasında tek onun okuması kesildiği için olabilir. İncindiği için olabilir. Öğrendiğim andan itibaren kızım çok üzüldüğü için bizde üzüldük. Yıllarca bu ifadeyi unutamadı. ‘Ben spiker olmak istemiyorum’ dedi durdu.
Ben de annesi olarak, kızımın üzülmesini istemediğim için O’na, spikerliğin iyi bir meslek olduğunu, herkesin yavaş yavaş tane tane okuyamadığını, bu tarz okumanın da kendi tarzı ve başarısı olduğunu, aslında müfettişin, iyi okuduğu için, iyi bir spiker olacağını ifade ettiğini, söyledim durdum altı yaşında ki kızıma.
Ben çocuğuma, hangi mesleği seçerse seçsin arkasında olduğumu, desteklediğimi, kimsenin zorla meslek seçmek zorunda olmadığını anlatmaya çalıştım çok erken yaşta olsa da. Nitekim de öyle oldu. Kızım istediği dalda emin adımlarla yürüdü ve herşeyi kendi kendine başardı. Başarıları beni gururlandırdı.
1879’da Edison bir elektrik ampulü icat etti. 1883’te hayatının en büyük icadı olan Edison etkisi denen olayı gerçekleştirdi; yani ısıtılmış bir filamanın moleküler boşlukta elektron yayılmasını buldu. 1883’te bulduğu bu olay sıcak katotlu tüplerin temelini oluşturdu. Daha sonra Akkor lambanın üretimini geliştirmeyi başardı, bu da ampulün halk arasında yaygınlaşmasını sağladı.
Edison, yedi yaşındayken ailesi Michigan’daki Port Huron’a yerleşir ve Edison ilköğrenimine burada başlar. Fakat başladıktan yaklaşık 4 ay sonra algılamasının yavaşlığı nedeniyle okuldan uzaklaştırılır.
Bu bilgiye yıllar önce ilk ulaştığımda şükrettim, kızım okuldan uzaklaştırılmadığı için. Kızımda açacağı yaraları düşünmek bile bana hala acı veriyor.
Kızım; İsviçre’de parçacık hızlandırıcı teknolojilerinin geliştirildiği, fizik alanında çalışmalarını etkin ve kesin parçacık hızlandırıcı simülasyonlarını yapmaktadır. Yaptığı araştırmalar kanser tedavisinin proton demetleri gönderilerek tedavilerinin geliştirilmesi için kullanılmaktadır. ETH Zürih(geçmişten bugüne 21 nobel ödülü almış profesör ve araştırmacıya ev sahipliği yapmış) üniversitesinde bilgisayar bölümünde matematik dersi verdi. Bugün kızım Profesör Dr. Tülin Kaman, Amerika’da‘uygulamalı matematik’ kürsüsünü başına getirildi ve dünyada bölümünde tek bayandır.
Eskiden beri hep düşünürdüm. Yavaş okuma neden engelleniyor. Yavaş algılama neden okuldan uzaklaştırılma ile cezalandırılıyor. Hiçbir şey yoktan var olamaz. Bu anı, bende karmakarışık düşüncelerle hem üzdü, hem korkuttu yıllarca. Terside olabilirdi.
Gaston Bachelard anı ve zaman için şöyle der; “anı ve zaman iç içe geçiyor“ “zamanın akışının örgüsü, anı üstüne kuruludur”. “Anının olabilmesi için, zamanda bir sarsıntı olması gerekmektedir.”
‘Sürenin Diyalektiği’ adlı kitabında, Gaston Bachelard, süreler arasındaki boşluğun varlığını metafizik olarak temellendirmeye çalışmıştır. Ayrıca, sürenin içinde durmanın ve hareketin dışında diyalektik bir alternatif aramaktadır. Heidegger için de, korku bir sarsıntı yaşatmaktadır. Anı, korku ve sarsıntı, zaman ile gelen acının kendisidir; zaman acıyı hissettirendir; acıyla kendini hissettirendir.
Adana da, eğitmen müfettişin, öğrencisini yavaş olduğu için cezalandırması aslında hızlı karar verdiği için yaptığı yanlışı yani bu anıyı hatırladıkca ailemiz, zaman içinde hep acı çektik.
Hızla yaşanan bir hayat, yani hızla yapılan işler önüne geçilemecek derecede yüzeysel olmuyor mu? Acele verilen kararlar gibi, herşey üstün körü olmuyor mu?
Bilinçli anne babalar olmasaydık çocuklarımız hızın eseri olmuş bir öğretmenin ellerinde yok olacaktı belkide. Herkes hız seçeneğine göre yaşarsa hızlı olmanın avantajları ortadan kalkarken herkes daha hızlı olma gayreti içinde olacak. Sonuçta etrafımız, hata yığınları içinde çıkmaza giren sıkışıp kalan insan yığınları ile dolacak.
Modern dünyada, teknoloji ve hız çok önemlidir. Her şey hızlı olmalıdır, çabuk üretilip çabuk tüketilmelidir. Modern insan hep koşuşturmak zorundadır. Kadın, erkek fark etmez. Veri çağının insanları kaygı içindedir. Bu kaygı gelecek içindir. Kaygı, kişinin dış dünyasından veya iç dünyasından gelen bir uyaranla karşılaştığında yaşadığı, bedensel, duygusal ve zihinsel tepkilerdir. Bir başka deyişle kişinin karşılaştığı durum ve olaylar karşısında duyduğu ve engellemekte zorluk çektiği aşırı endişe ve uyarılmışlık halidir. Normal düzeydeki bir kaygı kişi için faydalıdır çünkü bu durum kişide, istek duyma, karar alma, motive olma, alınan kararları gerçekleştirebilme yani performansa dökmeye yol açar. Kaygının hiç olmaması veya aşırı derecede olması olumsuzlukla sonuçlanabilir. Kaygı hiç olmazsa, istek olmaz, motivasyon olmaz böylece performans tam anlamıyla ortaya konmaz. Bunun tersi olarak kaygı çok yüksekse, enerji verimli bir şekilde kullanılamaz, dikkat ve konsantrasyon sağlanamaz ve performans yine doğru bir şekilde ortaya konamaz. Kaygı ve korku sıkça birbirine karıştırılan kavramlardır. Bunları ayırt etmek önemlidir.
Heidegger’e göre, korku karşısında geri çekilme vardır, bu bir kaçma değil, hapsedilmiş bir sessizliktir, korkunun insanı hapsettiği bu sessizlik, ona bir sarsıntı yaşattırır.
Korkunun kaynağı bellidir, şiddetlidir ve kısa sürelidir. Kaygının ise, kaynağı daha belirsizdir ve daha uzun bir süreye yayılabilir.
Kaygı ile ilgili şikayetleri hafifletmek için bir çok şey yapılabilir. Öncelikle, olumsuz, gerçek dışı düşünceler yerine, daha gerçekçi düşüncelere odaklanmaya çalışmalı, kendi vücudumuzu dinlemeliyiz. Vücüt sağlığımız çok önemlidir. Sağlam kafanın, sağlam vücütta bulunduğunu unutmamalıyız. Kaygılarımız ne kadar çok olursa olsun onlardan kaçmak yerine yavaş yavaş onlarla yüzleşmeliyiz. Yüzleşmelerimiz yavaş yavaş olursa, sıfır hatayla sonuca gidebiliriz. Başarısızlıklardan çok başarılara odaklanmak, gerçekçi hedefler koyabilmek, geçmiş veya gelecek yerine şimdiye odaklanmaya çalışmak tüm kaygılarımızı gidermeye yardımcı olacaktır.
Carl Honore, modern ve hızlı dünyada yaşayan Kanadalı bir gazetecidir. 2004 yılında 30 dilde birçok ülkede basılan ve en iyi satış yapan ”In Praise of Slow” (Yavaşlığa Övgü) ya da alfa yayınlarından çıkarılan ‘Yavaş’ adlı kitabında bahsettiği gibi; yazar, akşamları yorgun eve gelir ve oğlunu hızlıca uyutması gerekir. (Çünkü eve getirdiği işleri o kadar çok ve yorgun ki.) Oğluna her akşam masal okur fakat bu oldukça yorucu olmaya başlar. Bir gün gazetede şöyle bir ilan görür: “Çocuklara 1 dakikalık masallar.” Evet, tam aradığım şey bu diye düşünür fakat hemen sonra durur, bir şeylerin ters gittiğinin farkına varır. Ve bu kitabını yazar. Carl Honore, “Hızlı yaşamak hiç yaşamamaktır” derken “Hızlanma takıntısı iş yaşamımızı, ilişkilerimizi, sağlığımızı ele geçirdi, insanlar yavaşlayarak daha dolu ve daha zengin bir hayat yaşayabilirler“diye ifade eder.
İnsanlar nasıl yavaşlayabilir? Diye kendine sorar ve cevabını da şöyle verir: Daha az çalışmak, taşıt kullanmak yerine yürümek, televizyon izlemek yerine okumak, aile ve arkadaşlarınızla uzun yemekler yemek, yoga, meditasyon yapmak, e-postalara daha az zaman ayırmak, çocuklara ‘kısa bir zamana ne kadar çok şey tıkıştırmak yerine, neyin önemli olduğunu düşündürmek’, kısa sürede diploma veren, aşırı yoğun ders takvimlerinin lisans programlarına karşı çıkmak. Daha yavaş yaşayarak daha iyi yaşayabilmek.
Carl Honore kitabında; 2001 yılından beri, Harvard Üniversitesi’nde birinci sınıf öğrencilerine bir mektup ulaştığını ve başlığının da” YAVAŞLAYIN” olduğunu ifade eder. ‘Her sene çocukları at yarışına sokar gibi eğitmeye karşı bilimsel mücadele veren psikologların ve eğitimcilerin kitapları artıyor…’ Çocukların kafasına mümkün olduğunca bilgi tıkıştırmayı, ağızlarına Big Mac tıkıştırmaktan farkı olmadığını anlatırken, Carl Honore yavaşlamak isteyenlere şu tavsiyelerde bulunur: ‘Her dakikanızı doldurmaya çalışmak yerine günlük programınızı biraz rahatlatın, zamanınız üzerindeki baskıyı azaltmak yavaşlamayı sağlar. Gününüzün bir bölümünde sizi rahat bırakmayan telefonlar, bilgisayarlar, email, televizyon gibi her türlü teknolojiyi tamamen kapatın, kendinizle ve düşüncelerinizle başbaşa kalın.’
Sonuç olarak ; hepimiz biliyoruz ki hayatımız çok telaşlı geçiyor ve hepimizde yavaşlamak istiyoruz. Her birey frene basarsa yaşam kalitesinin artacağını görecektir. Sorun, bireylerin ne zaman bir topluluk olacağıdır. Topluluğun bir ferdi olduğunu hisseden birey mutlu olacaktır ve yavaşlama eylemleri, değişim için gerekli büyüklüğe ulaşaktır.
Meksika’da İnka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola çıkar. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılarlar. Aynı hızla yola devam ederken, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturuyor ve böylece beklemeye başlarlar. Avrupalı arkeologlar şaşırır.
Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar kalkarlar ve yürümeye başlarlar ve bir müddet sonra İnka tapınağının bulunduğu tepeye ulaşırlar.
Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere sorar; “hiç anlayamadım, niye yolun ortasına oturup saatlerce yok yere bekledik? “
Yaşlı rehber “çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetismesini bekledik…” der.
Hepimiz aynı şekilde düşünmeli miyiz? Ne dersiniz?
Bizim ruhlarımız gerçekten herzaman bizimle mi? Ruhuyla buluşmamış bir beden nedir?
Bioritmimizi ne zaman dengelemeyi başaracağız. Harvard Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden Sara Mednick’in yaptığı araştırmaya göre 20-30 dakikalık öğle uykusu, beyni dinlendirdiği, kalbi ve şekeri düzenlediği, zihni açtığı ve günün geri kalanında en az sabah kadar verimli çalışılmasını sağladığını açıklamıştır.
Bu gün ortasında 20-30 dakikalık öğle uykusu, denge zamanı olarak adlandırılırken, ruhla bedenin buluşma zamanı olarak da düşünülebilir mi?
31Ağustos 2004 tarihli milliyet gazetesinde Aylin Sayek’in, Tasarımda yavaşlıkla ilgili yazısında; ‘Hollandalı tasarım grubu Droog da bu yılki Milano Tasarım Haftası’nda ‘yavaşlık’ kavramını ele alan bir sergi hazırlamıştı. Yüzlerce sergi ve binlerce metrekarelik fuar alanının görme yarışı içerisinde, tasarım severlere ‘yavaşlama’ tecrübesi yaşatmak isteyen Droog’un sergisinin adı da ‘Go Slow’ yani ‘Yavaş Git’. Yavaşlığın artık bir lüks olduğunu dile getiren tasarım grubu, ziyaretçileri yavaşlayıp kendilerine gösterilen ilginin ve rahatlığın tadını çıkartmaya davet ediyorlardı.’ İfade eder.
Çin’de çalışanlar yasaya göre çalışırken öğle uykusu molası verebiliyorlar. British Airways, okyanusu aşan uçuşlarında, iniş sırasında daha iyi performans göstermeleri için pilotlarına uyku izni veriyor. Ünlü danışmanlık şirketi Deloitte & Touche ise Pittsburgh’daki 260 kişilik ofisini tekrar düzenleyerek bir uyku odası eklemiş.
Oracle’ın Tokyo’daki ofisinde de bir meditasyon odası var.
Türkiye’de ise durum biraz farklı. TBWA ve Güzel Sanatlar Saatchi & Saatchi reklam ajanslarının mimarı Hasan Çalışlar, bu kurumlarda dinlenme odası inşa ettiklerini söylemektedir. Üst düzey yöneticilerin genelde içinde uyuyabilecekleri odaları bulunmakta ancak diğer çalışanlar için böyle olanaklar yoktur.
TBWA gençlerin en çok çalışmak istedikleri bir reklam şirketidir. Bu şirkete girmek isteyen bir kişinin bana ilginç gelen bir başvuru özetini sizlere aktarmak istiyorum.
“Her şey ODTÜ’de mühendislik okurken başladı. Mühendis olmak istemediğime karar verip okul ve bölüm değiştirdim. Bilkent Üniversitesi İletişim ve Tasarım bölümüne geçtim. 4 senelik yeni bir bölümdü, ben 3 senede bitirdim sonrasında da Bilgi Üniversitesinde pazarlama odaklı MBA yaptım. Tüm bu süre içinde büyüklü küçüklü ajanslarda stajyerlik, reklam yazarlığı ve proje yöneticiliği yaptım. Ayrıca radyo programcılığı, mizah yazarlığı da yaptım hatta araya büyük sayılabilecek bir şirkette pazarlama müdürlüğü de sıkıştırmışlığım var.”
Yukarıda yazdığım, kısa sürede diploma veren, aşırı yoğun ders takvimlerinin lisans programlarının uygulanması Türkiye’de de var. Herşey o kadar sıkışık ki.
İyi düşünmek için, yavaş olmak gerekliliktir. Carl Honore’nin gençlere tavsiyesi; ‘kendinize zaman tanıyın, yaratıcılığınızı geliştirin. Ancak buda bilgilerinizin birbiriyle tanışmasıyla olur. İyi sentezle olur. Kendinize dinlenme, eğlenme ve yalnız kalabileceğiniz vakit vererek üstün başarılar elde edebilirsiniz’ olmuştur.
New York’ta, mola vermek kolaylaşıyor. Empire State gökdeleninin 24. katındaki Metronaps’te isteyen herkes 20 dakikalık uyku seansları satın alabiliyor. 2004 Mayıs ayında açılan Metronaps’ te kullanılan özel koltuklar 7 bin 950 dolara satışa sunulmuştur ve halende sunulmaktadır.
Çevremizdeki insanlar, bizim üzerimizde baskı kurmak ve bizi kontrol altında tutabilmek için mecburiyetler’i kullanırlar. Çeşitli taktiklerle bir takım şeyleri yapmaya bizi mecbur bırakırlar. Kolaya kaçıp onların yönlendirmelerine kapılacak olursak, birey olmaktan çıkar ve sürü insan haline dönüşürüz. İnsan kendisine dayatılan hayatımı yaşamak ister, yoksa kendi planladığınız ve hayallerinize uygun bir hayatımı tercih eder?
Hayat yalnız biz izin verdiğimiz gibi geçer. İyi ya da kötü, hızlı ya da yavaş… Her şey bizim elimizde.
İşte Michael Kerrigan, ‘Mecbur Değilsiniz’ kitabında baskılara, dayatmalara zorlamalara uymaya mecbur olmadığımızı açıklarken, bu gibi durumlarla nasıl baş edileceğini açıklar ve “Çevremizde yapıcı ve bize destek olan insanların bulunmasına özen göstermeliyiz. Pes etmemiz için bizi sıkıştıran mecburiyetçilerin panzehri bu tür insanlardır” der.
Mevlânâ Celâleddin-î Rûmî’nin, güzel sözleri ile yazımı bitirmek istiyorum.
Ey tez canlı, aceleci, ham kişi! Bir dama bile, basamak basamak bir merdivenle çıkılır.
Tencereyi bile ocakta yavaş yavaş ustaca kaynatmak gerekir. Delice kaynayan tencerenin pişirdiği yemekten hayır gelmez.
Salime Kaman
Sanat Yazarı