“Beyazcam”a ne vakit baksam, televizyon kanallarından en az birisine takılmış eski bir Türk filmine mutlaka rastlıyorum. İyisiyle kötüsüyle, hepsinden özlem dolu bir haz yakalıyor beni. Hafızamı zorlayıp yüreğimi kıvırıyor.
Yeşilçam filmlerinin unutulmaz duygusallığı… Bir senaryodan alınıp diğerinde yinelenmiş replikler… Sanki kare kare dondurulup rakip filmlerden araklanmış sahneler…
Kahkahalara damlamış gözyaşları; gözpınarlarını kurutan gülümseyişler… Sonuçta, bu filmlerin “tekmili birden” duygularımızı avladı. Üstelik yetmişli yıllarda bir kuşak, seks filmleri furyasının “gazoz”unu bile içti.
…
Var mıdır unutan?
Var mıdır utanan?
Var mıdır, o hikâyeleri zamanın ilkel (!)
sinemalarında seyredip de anımsamayan?
…
İster “beyazperde” olsun isterse “beyazduvar” hepsi aynı kültürün kalemlerini, mimiklerini, beden kalıplarını ve gözyaşlarını akıttı içimize. Hepsi birbirinin benzeriydi, ama aynı zamanda çok farklıydı biri diğerinden… Bir filmi defalarca seyrettik başka filmlerde. İşte öylesine kabullendik.
Şimdi ne diyelim, bağrımızda yeşillenen onca hatırayı yokluğa mı katalım?
Lakin!..
Onların dokunulmaz yıldızları vardı…
Aynı zamanda, film galalarının kasılmış yalnızlarıydı…
Onlar, oynadıkları filmlerin karşılığında aldıkları senetleri tefecilere neredeyse yarı yarıya kırdırarak geçimlerini sağlayan, hayatın utançla kızaran ikinci yüzleriydi.
Onlar, bize oynadılar ama… Kendilerini oynayamadılar.
Onlar, bizimdiler ama… Ne yazık ki kendilerinin olamadılar.
…
Yazlık sinemaların tahta koltuklarına kurulup beyaz duvara bakarken, bazen de gökyüzüne kaydı gözümüz. Sonra, ne gördüysek gönlümüzde parlatıp yıldızlığı onlara yapıştırdık.
Zamanla, kışlık sinemaların küf kokulu tavanlarına bakarak hüzünlenmeyi de öğrendik.
Bazen, kendimizi bile görmeyi esirgedik kendimizden ama…
Onlardan hiçbir şeyimizi sakınmadık.
Naif bir Yeşilçam anatomisinden hayal satın alırken iki yüz yetmiş beş kuruşa, belki de ruhlarımızı verdik bedavaya.
Aslını ararsanız, ne verdik ne aldık tam bilemiyorum ama…
Anılarımızla getirirken onları bugünlere, yüreğimizi Yeşilçam’a sevk ettik.
Anladığınız gibi dostlar, bizler kurumuş bir ağacın mezar bekçileriyiz; üzerine düşlerimizi gömüp yeşil yıldızlar serpiştirdik.
Bir tek çam kokusunu unuttuk…
O da şimdiki televizyon dizilerinde, “beyazcam”ın suni nefesiyle soluklanıyor…
Geçmişini inkâr ederek, kendi içindeki yarınlarını arıyor.