
Hangilerimiz bildi o isimleri, kaçımız hayal diyarı açtı yüreğinde?.. Hani şu hayatın tekmesini yerken bir de artistlerin yumruğundan, tokadından nasibini alan figür’anlara… Yani üçüncü, dördüncü adamlara; o, ele avuca sığmaz bitkin canlara kaçımız minder ayırdı beyninin dinlence yerinde? Rol sırası ve dayaktan başka numara verilmeyen kahramanlara… Kaçımız kaç kare söktü onların yorgun kadrajlarından?

Yaşayanlara, yaşayamayanlara; yaşarken hayata sevgiyle sarılamayanlara… Ahmet Tarık Tekçe, Danyal Topatan, Hikmet Taşdemir, İhsan Gedik, Süheyl Eğriboz, Yadigâr Ejder, Sönmez Yıkılmaz, Çetin Başaran, Sırrı Elitaş, Arap Celal, Kadir Kök, Oktay Yavuz ve Yılmaz Kurt’a… Yanı sıra isimlerini bilemediğimiz yüzlerce figüre.
Yeşilçam’ın puslu sokağında sabır örerken yapımcıların verdikleri üç kuruşla yetinmeye zorlanmış nice ekmek kavgacısı şimdi kuru toprağın altında… Bir de adaşım vardı aralarında; Kudret Karadağ. Sert ve dövüşmeye hazır duruşunu bir maske gibi yapıştırır yüzüne, sonra da bıyığını burarak atlardı dalaşa… Sonunda yüzü, gözü, burnu kan yani boyaya bulanmış şekilde ayrılırdı film setinden. Ardından da kötü olmayan, sevimli bir adamı oynayacağı günlerin umuduyla sokağına dönerdi… 2004 yılında yitirmişiz onu; haberimiz bile olmadı.

Gönülleri, filmlerdeki iyi yaftalı karakterlerden daha kötü olmayan bu dayakçı (!) art’izlerin sinema başlıklı hayatları başlı başına bir inceleme konusu.
32. Altın Koza Film Festivali gündeme yaslanınca benim de aklıma geldi… Bir çentik attım anılara şimdilik, gerisini başka bir yazıma sakladım.
***
Hepimiz, oyuncu veya seyirci olarak bir biçimde hayatın perdelerine yansıdık. Çoğumuz, Yeşilçam’daki kalıplaşmış sistemin altyapısını bilmeden, senaryoların nahoş dokusuyla hırpalanmış setlerinde oynananları seyrettik.
Aslında hepimiz bir yerlerde doğduk… Şimdi, bilmediğimiz sonlara doğru gidiyoruz…
Elzem olan, gözlerimizin başucunda biriken artistik nesnelere bir tutam can koymak değil mi?.. Ve şaşaalı film festivallerinde; Yeşilçam’ın 3. planında hırpalanmış, kuru ekmekle yetinmiş emekçilerin hiç değilse ruhlarına verilecek ödüller türetmek… Sonuçta, kötü rollerdeki iyi insanların uğradıkları haksızlıkları manen de olsa onarmak gerekmez mi?
Dayağı yiyen onlarsa, acıyı hisseden bizler olsak… Kısacası, Yeşilçam’ın ötekileştirilmiş emekçileriyle azıcık empati kurabilsek filmlerin tadı mı kaçar sanki?
Altın Koza gibi önemli film festivallerinin girişimleriyle, afişlerde ve jeneriklerde bazen adı bile olmayan değerleri, tarihe hakkıyla kaydetsek ne kaybederiz bilmem ki?
Aslında “Yeşilçamca” demem şu ki: “Meğerse vefa ölmüş de haberimiz mi yok be abilerim, cancazım ablalarım?.. Yoksa film, ekmek kavgası görünmeden mi bitti?”
