YILMAZ GÜNEY 87 YAŞINDA, DURAN AYDIN

DOĞUMUNUN 87 YILINDA ADANADAŞIMIZ YILMAZ GÜNEY
1.Nisan 1937 -Duran Aydın yazmış SABRİ GÜL
Dünyanın en eski köprülerinden biri olduğu bilinen Taşköprü, Adana’da, Seyhan Nehri üzerinde yüzlerce yıldır kenti gözetler. Bir eli doğu omzunda Yüregir’in, bir eli batı omzunda Seyhan’ın; “sarı sıcak”tan kavrulan Adana’ya mavisinin serinliğini saçar.
Taşköprü’nün doğusundan çekilmiş fotoğraflarında yamacındaki Tepebağ Mahallesi mutlaka yer alır. Nasıl almasın ki, kent içinde rakımı en yüksek yerleşim birimidir. Kıyısında bulunduğu Seyhan Nehri ve bütün Adana’ya tepeden bakar. Buralarda bir zamanlar üzüm bağları varmış. Tepelik olduğu için de “tepe” ve “bağ” sözcüklerinden yola çıkılarak “Tepebağ” adını aldığı söylenir. Elbette Seyhan ırmağı kadar eski değilse de, Adana’nın ilk mahallelerinden Tepebağ’da evler, konaklar çoğunlukla ahşap, iki yanlı çıtaların arasına çakıl taşları doldurulmuş kerpiç ve yığma kiremit yapılıdır.
Atatürk’ün Adana’ya geldiğinde konakladığı şimdi “Atatürk Bilim ve Kültür Müzesi” adını alan ev de Tepebağ’da, Seyhan ırmağı kıyısındadır.
Geçtiğimiz yıl 18.’si düzenlenen “Adana Altın Koza Film Festivali” etkinlikleri kapsamında 23 Eylül 2011’de açılan “Adana Sinema Müzesi” işte bu ırmak kıyısında, Tepebağ eteklerinde ve Adana’da halkın söylediği biçimiyle “Atatürk’ün Evi”ne komşudur.
Üç katlı bina tıpkı arkadaşı “Atatürk Bilim ve Kültür Müzesi” gibi ahşaptır. Koruma altına alınarak yeniden düzenlenmiş, canına can katılarak bir “sinema müzesi”ne dönüştürülmüştür. Bir yerde okumuştum, kaynağı anımsayamıyorum: İçinde insan yaşamayan başıboş bırakılmış evler nemerir, eskir, çürümesi hızlanırmış…
Eski zamanların öksüz bırakılmış üç katlı minyatür konağı, artık bir “müze…” Bundan sonra Adanalı ve değişik illerden gelen sinemaseverlerin soluğunu, insan sıcağını, adımlarını odalarında, ikinci ve üçüncü katlara içerden çıkılan tahta merdivenlerinde, daracık koridorlarında duyacak. Çürümesi duracak, yavaşlayacak belki de! Evler, odalar insansız oldular mı her dem “buz gibi”dirler çünkü…
Geçen yılki festivalin “Yaşam Boyu Onur Ödülü” sahiplerinden yönetmen, senarist Ali Özgentürk, Muzaffer İzgü, İrfan Atasoy, Ethem Çalışkan, Cengiz Sezici, Yüksel Arıcı da “Adana Sinema Müzesi” açılışında bulunan Adanalı sanatçılardı. Eğer burada olabilseydiniz tören sırasında Burçak Evren, Nur Sürer, Mine Soley gibi sinemamıza emek sunan yazar ve sanatçıların gözlerinde ışıldayan o sevinci, coşkuyu okumanız hiç de zor olmazdı. Mine Soley mi? Yeşilçam’ın bir zamanlarındaki “vamp oyuncusu…” O kadar!
Siyah beyaz, bir yılda 250-300 filmin “fabrikasyon” olarak çekildiği günlerde Türkiye erkeğinin düşlerine renk katan, rüyaların kenar süsü… Kapkara bir gözlük takınmış olmasına karşın sarı saçları, yukarı kalkık, yay gibi incecik kaşları hemen ele veriyordu onu; oynadığı filmlerden anımsayanlara. Ha, bunu unutmamalıyım: Bir de kalem gibi, hiç bozulmamış olan vücut yapısı…
Duvarlar boyu kaplanmış birçoğu özgün film afişlerinde adını, fotoğraflarını aranırken “yakaladım” bir odada onu! Yalnızdı. Tanınmak, bilinmek, anımsanmak, hâlâ sevildiğini duyumsamak bir oyuncu için az şey midir? “Çok şeydir!” Onun için “çok görülür…”
Oda kimsesiz. Soley, sanki bir dağın yamacında durmuş, gökyüzünde yitirdiği bir yıldızı arıyor; yıldız çoktaan kaymış, sönmüş! Afişlere adının yazıldığını, yarı “cılbak” fotoğraflarının izleyiciye “gel gel” yaptığını çok iyi anımsıyorum. Her nedense ama bu “Sinema Müzesi”nde Mine Soley’in oynadığı onca film afişinden bir teki bile yoktu! İçinde bulunduğu hüzün salıncağının akışını bozmak istemedim. Çevresinden dolanıp 60’ların, 70’lerin Filiz Akın’lı, Fatma Girik’li, Hülya Koçyiğit’li, Türkan Şoray’lı, Belgin Doruk’lu filmlerin afişlerini çok da insancıl bulduğum hafif bir kıskançlık ya da gıptayla izlerken, onu yalnızlığıyla o odada yalnız bıraktım.
Girişte iki çarpı ikilik ön odanın kapı arkasındaki sol duvarı, boylu boyunca Adanalı sinema oyuncusu, senarist, yapımcı ve yönetmenlerin fotoğraflarıyla donatılmış. Fotoğraflarının aranıp bulunmasına “üşenilmiş” olanlarınsa yalnızca adları, doğum ve ölüm tarihleri yazılı.
İzleyen herkesin teslim ettiği şu; elbette ki bu Adanadaşlarımızın kimileri bir “Yılmaz Güney” olmayı bırakın; “kendileri” bile olamadılarsa da, sinemamız adına taşın altına yalnızca ellerini değil bütün hayatlarını koydular… Şener Şen, Ali Özgentürk, Aytaç Arman, Menderes Samancılar, Demir Karahan, Ali Şen, Bilal İnci, Salih Güney, Uğur Güçlü, Şahin Kaygun, Mahmut Hekimoğlu, Müslüm Gürses, Erol Büyükburç, Birol Işın, Ferdi Tayfur, Ümit Besen, İrfan Atasoy, Yılmaz Duru, Nihat Ziyalan, Nebil Özgentürk, Arif Keskiner, Güven Şengil, Meral Zeren, Melek Görgün, Yılmaz Köksal, Yavuz Pağda, Ahmet Ündağ, Yılmaz Şerif, Ahmet Çadırcı… sinema denen büyülü masalı yaratmış, düşlerimize armağan etmiş, yaşatmışlardır.
Sağdaki merdiven basamaklarına ayağınızı koymadan önce birçok romanı, öyküsü filme alınmış Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Osman Şahin, Muzaffer İzgü ve Demirtaş Ceyhun’la gülümseşip selamlaşıyorsunuz. Merdiven boyu duvar baştanbaşa onların portreleriyle donatılı.
“Müze”de ağırlıklı olarak Adana’da doğup büyümüş, yaşamış; sinemaya emek veren insanlar şu an yaşayanlara anımsatılıyor, sonraki kuşaklara aktarılıyor…
İkinci kat sahanlığından başlayan on on beş basamaklı dönel merdiven altındasınız. Cansız bir manken üzerinde mavisi solmaya durmuş, Yılmaz Güney’in bir zamanlar giydiği takım elbisesi küçük bir projektör aydınlığında yaldızlanıyor. Eşi Fatoş’un Yılmaz Güney’le ilgili “materyalleri” sağladığı, müzeye desteği apaçık ortada.
Fatoş Güney, Adana’da açılan “Adana Sinema Müzesi”nin benzerini daha önce İstanbul’da, “Yılmaz Güney Müzesi” adı altında açmayı düşündüklerini söylüyor. Uygulamada karşılaşılan güçlükler bu düşünceyi öteleyince de Adana’daki müzeye seve seve, elindekilerin bir bölümünü verdikleri anlaşılıyor.
Türkiye’de açılan bu ikinci sinema müzesinin ikinci katında sergilenen bu elbiseyi, bir zamanlar giyinen insanın “Yılmaz Güney” oluşu, kumaşın her bir dokusuna ayrı bir anlam kazandırıyor… Gömlek, atkı, kravat ve ayakkabıları da belki bunun için biraz gururlu duruyorlar.
İnce, uzun bir dal gibi; “çirkin” değil ve gerçekten çok yakışıklı, Türkan Şoray’ın dediğince “dünyanın en güzel gülen insanı”ymış Güney.
1 Nisan 1937’de (kimi kaynaklara göre 1931) Siverek’te doğduktan bir yıl sonra, babası Hamit, anası Güllü (Guley) ile bir kan davası nedeniyle gelip yerleştikleri Yenice Köyü, “Adana Sinema Müzesi”nden, yani Adana’dan tamı tamına 27 kilometre uzağa, güneye, Karataş ilçesi yönüne düşer.
Yılmaz Güney’in 1972’de Orhan Kemal Roman Ödülü’nü alan romanı “Boynu Bükük Öldüler”ini okuyanlar Yenice’yi anımsamakta zorlanmazlar.-Roman, bu köye giden “ay ışıklı toprak yolda” ağır ağır ilerleyen öküz arabasındaki Halil’in, yavuklusu Emine’nin ve topraksız yoksul köylülerin dokunaklı hayatlarının yakıcı öyküleriyle örülüdür. Anlatımına o günlerden yerleşen “Yılmaz Güney biçemi” oldukça belirgindir. Askerliğini yeni bitirmiştir Halil… Hayat hiç de sürpriz gelişmelere açık değil, alacakaranlıkta yaşanılacak hazin öykülere gebedir.“Doğdukları yerde ölenler”in dramları umutsuz gençleri Adana’ya göçe zorlar. Ağa güdümünde tükenen ömürler ölen babaların, analarınkinden hiç de farklı değildir. Yaşlı ana babalarsa hiçbir yeniliğe açık değil, o an’dan büyük kentin yaşatacağı zorlukları sezinliyorlardır. Yakıcı bir yoksulluğun tükettiği, heba ettiği köylülerin hayatları geniş toprak sahibi ağaların ipoteği altındadır. Emine’yle Halil ise onca çaresizlik içinde yeşeren bir sevdanın özneleridir.
Bu roman, Yılmaz Güney’in ve ailesinin yaşamından birebir izler taşımaktadır. Halil, sanki Güney’in babası Hamit; Emine, annesi Güllü; okula ve okumaya düşkün Remzi de Güney’in kendisidir.
Başta “Umut” olmak üzere birçok filminin çekirdeği “Boynu Bükük Öldüler”de çatlar, diğer öykü ve romanlarında yeşerir.
Güney’in Yenice’si, Adana’sı hiç eksilmeyen, eskimeyen bir sevgiyle yüreğinde kanayan bir özlem olarak Paris’lerde ölene kadar sürecektir. Bu özlemin, bir Adana belgeseli tadındaki “Umut” filminde bugünlere nasıl aktarıldığını görürüz. “Umut”, Yeniistasyon’un önünde başlar çünkü. Bomboş alanda aksesuvar olarak bir seyyar ciğerci, gazete satılan baraka, 59 model bir Chewrolet ve birkaç faytondan başkaca bir şey yoktur.
Kuruköprü, Küçüksaat, Sun Sineması, Atatürk Caddesi, Ali Menteşoğlu Caddesi, Ziyapaşa Bulvarı, Seyhan Nehri kıyıları gibi, Adana’nın simgesi durumundaki mekânlar, daha ilk görüşte tanınabilecek canlılıktadır.
“Umut”un ilk sahnelerinde gün doğmamış Adana caddeleri pusludur. Bir belediye arazözü tozlu yolları çimdirerek ilerliyor, Sular’dan Yeniistasyon’a kayıyordur.
Hiçbir trenin kimseleri getirmediği alacakaranlık bir Adana sabahında Arabacı Cabbar “harhut” faytonunun içinde uyumaktadır. Sekizgen köylü kasketi yüzüne düşmüş; atları, arabasıyla da simgeleşen iç burkucu yoksulluğu daha ilk karelerde izleyiciye geçecek acılıktadır
“Üllüz” atlardan biri bir kazada ölünce Cabbar ve arkadaşı Hamal Hasan’ın (Tuncel Kurtiz) yüreklerinde yeşeren “umut”, hazin sona doğru “umutsuzluk” olarak eriyip yok olacak; Ceyhan’ın kıraç tepelerinde hazine bulma düşleriyle “yılan olup sürünecek, kuş olup uçacaktır!”
Bu öykü Güney’in babası Hamit Pütün’ün bir bölümünü yaşadığı gerçek bir olaydan beslenir. Filmin sonunda “taşa kesen umut”lar Cabbar’ı delirme noktasında, gitgide belirsizleşen sonsuzluğun ekseninde döndürecek, döndürecektir…
Yılmaz Güney’in çocukluğunda ailesiyle yaşadığı hüzünlü bir yoksulluk destanı olan “Umut”, bilindiği gibi “Bütün Zamanların En İyi Filmi”dir hâlâ…
Adana sevgisi Güney’de, yaşadığı koşullar nedeniyle her geçen gün büyüyen bir özleme dönüşerek artar. Bu yüzden borçlu sayar kendini; birçok filmini bu kentte çeker. Çukurova’nın, insanının her zerresinden edebiyatımızı da besleyecek zenginlikte öyküler, görebilen her gözü, yazabilen her kalemi etkiler. Umut’tan önceleri İkisi de Cesurdu, İnce Cumali, Dağların Oğlu, Kozanoğlu, Seyyit Han, Pire Nuri, Benim Adım Kerim, Endişe gibi filmlerinde bu coğrafyayı mekan olarak kullanır.
“Endişe” deyince; Güney’in, bu filmin çekimleri sırasında adının karıştığı cinayet yine Adana’da, Yumurtalık’ta işlenir.
O, henüz “Yılmaz Pütün”ken daha on bir, on iki yaşlarında ilk göçünü yaşar. Tıpkı “Boynu Bükük Öldüler”in okuma sevdalısı küçük Remzi’si gibi annesi Güllü, bacısı Leyla’yla 27 kilometrelik yolu yaya olarak aşar, Adana’daki Yeşilyuva Mahallesi’nde kerpiç bir eve yerleşirler. “Evin rızkı”nı çıkarmak için küçük kardeşi Leyla’yla kömür toplamaya gittikleri Eskiistasyon, İstiklal Ortaokulu’nun tam karşısındadır. Ortaokulu burada, liseyi az ilerde İstiklal Mahallesi’ndeki Adana Erkek Lisesi’nde okur.
Şimdilerde de içinde yaşanılan o daracık sokaktaki kerpiç ev, Yeşilyuva Mahallesi’nde “Yılmaz Güney’in Evi” olarak anılır.
Sinema Müze’miz işte bu mahalle ve o eve çok uzak sayılmaz. Adana’nın hiçbir mahallesi birbirine bu kadar uzak değildi eskiden. Son yirmi otuz yılda “Kuzey Adana” diye bir vitrin oluşturuldu. Oralardaki bakımlı caddeler, bulvarlar, çok katlı rezidans mı ne, onlar; güvenlikli müvenlikli zengin mapusaneleri Türkiye’nin işsiz cenneti gerçek Adana’yı gizlemeye yetmiyor. Asıl Adana güneyde yaşıyor…
Gidilse bir Denizli’ye; sonra Döşeme, İstiklal, Meydan, Yeşilyuva, Hurmalı, Kocavezir, Zilli Dede, Hürriyet, Şehit Duran, Dağlıoğlu’nda… gezilse biraz. Buralarda hâlâ Yılmaz Güney’in, Orhan Kemal’in, Muzaffer İzgü’nün insanlarının yaşadığı zır zır yoksulluk, sefalet açıkça görülür. Hayat siyah beyazdır! Sokakların çamurunda bıraktığımız çocukluğumuzun oyunları bu mahallelerde sürer. Bir de bakmışsınız “gulle zamanı, tapa zamanı, gasnaklı zamanı, fırıldak zamanı” geliverir. Bir köşe başında da at arabaları, faytonlar görmeniz mümkündür.
Evler Orhan Kemal’in romanlarında, öykülerindeki gibi “yana yatmış çamura batmış”; olukları çürümüş, damlarındaki paslı çinkolar delinmiş, odalarda deliklerin altına konmuş leğenlere yağmur suları damlıyordur. Yılmaz Güney’in kamerası da çok sever bu sokakları, evleri, insanları… 1972’de Selimiye Cezaevi’nden yazdığı “Selimiye Mektupları”nda gözünde tüten bu Adana’yı sık sık dile getirir. Çocukluğu hepimizin çocukluğuna benzer. Erik çaldığı bağlar, meyve hamalı ağaçlar, yağmur sonrası buram buram kokan Çukurova toprağı bu mektupların birçoğunda gözyaşartıcı şiirlerle işlidir.
İşte bu mektupların bazıları özgün, elyazılı biçimleriyle “Adana Sinema Müzesi”ndeler. Eşi Fatoş Güney’e yazdıklarının yanı sıra, Adana Erkek Lisesi’nden arkadaşı yönetmen, senarist, oyuncu Yavuz Pağda’ya gönderdiği mektuplar da izleyenlere sunuluyor. Yoğun özlem duygularını dillendiren Güney’in; sinemamızın, ülkemizin kimi önemli sorunlarına ilişkin saptamaları mektupların belirgin izleği…
Müze’de, Güney’e “özel bir oda” ayrılmış. Odaya girmeden koridorun sonundaki genişliğin solunda, Yeşilçam Sineması izleyicilerinin çok iyi anımsayacağı, yine Adanalı bir yönetmen, oyuncu, senarist olan Yılmaz Duru’ya ayrılan köşede ise kimi özel eşyalar; yanı sıra, yine cansız bir mankene giydirilmiş siyah bir takım elbisesi görülüyor.
Bir genç, yanındaki orta yaşlı birisiyle konuşuyor: “Dedem ‘Karanfilli Artist’ diye tanınırdı. Elbisesinin sol üst cebinden hiç çıkarmazdı karanfilini. ‘Karanfili nerede bu elbisenin?’ diye sordu demin birileri. Yakınlarda bir çiçekçi biliyor musunuz?”
Konuştuğu kişi, az ileride Eski Adliye Binası karşısında bir çiçekçi olduğunu söylüyor. Yılmaz Duru’nun torunuymuş genç. İzmir’den gelmiş. Sorduğumda, “Oğlunun oğluyum” dedi gururla.
Açılışta bulunan diğer bir Adanalı yönetmen, oyuncu ve senaristimiz de İrfan Atasoy… Çocukken izlediğim, Atasoy’un fantastik türdeki (Kilink vb.) filmlerini anımsıyorum. Uçan, zıplayan, Jawa motoruyla “anarya” giden absürd filmleri geliyor gözlerimin önüne. 1970’lerin başında sulu komedi, seks, avantür filmlerinin birinde bir hamamda, yine o yılların “soyunarak san’at yapan!” oyuncularından Figen Han’la çok cesur sayılabilecek sevişme sahneleri bir de…
İrfan Atasoy’un öyle kayda değer, önemli bir filminin olmadığı ortada. Yıllar yılı Yeşilçam’da olmak, kimsenin kolaylıkla ele geçiremeyeceği fırsatları yakalamak yetmezmiş… Hangi sanat dalıyla uğraşırsan uğraş “uçların sınırlarını” yoklamak gerekiyormuş. Kültürel, bilimsel donanımın insanın el değmemiş öyküleriyle beslenmeliymiş…
1980’lerin ucu görünmeye yakın kimi popülist köylü filmleri denedi Atasoy. Uzaktan Yılmaz Güney filmlerindeki etki açık; ama yeterince işlenememiş ham biçimleriyle şematik, öykünmeci olduğu hemence anlaşılan filmlerdi bunlar…
Ama İrfan Atasoy belli ki hasta. Kızının yardımı ve desteğini gereksiniyor. Bir televizyon için kendisine yöneltilen soruları yanıtlıyordu. O da şimdilerde Avustralya’da yaşayan, bütünüyle şiire, öyküye, romana yönelen Nihat Ziyalan gibi Yılmaz Güney’le, Adana’dan, çocukluktan arkadaşlarmış.
Güney’le birkaç filmde birlikte çalışmışlar. “İnce Cumali” dikkate değer olanı. İrfan Atasoy televizyon muhabiriyle konuşurken, fonda onun yönettiği, oynadığı, senaryosunu yazdığı bazı film afişleri görülüyor.
Bir fırsatını bulup bir soru da ben yöneltiyorum Atasoy’a. Soru, Heyemola Yayınları için hazırlanan “Adana Kitapları”yla ilgili. Bu kitaplardan, benim yazdığım “Hergele Yolu ve İstiklal Mahallesi’nden Tozu Alınmış Yıllar”da İrfan Abi’den de söz ediyorum. Kitabın hazırlık aşamasında konuştuğum bazı yaşlı kişiler, “İrfan Atasoy da Hergele Yolu’nda büyüdü sayılır. Hanedan Mahallesi’nin çocuğudur” demişlerdi. “Yok!” dedi Atasoy, “Yanlış söylemişler sana. Kocavezir’in çocuğuyum ben…”
İrfan Atasoy da aynı ekolden gelen bir başka Adanalı, Yılmaz Köksal gibi yıllarının boşa geçtiğini düşünüyor mudur, bilemem!
Üçüncü kat odalarından birinde bir masa… Masada oturmuş iki Adanalı daha: Orhan Kemal, Abidin Dino… Önlerinde kitaplar, kalemler. Sanki koyu bir söyleşideler. Balmumu heykellerinde Abidin Dino tamam da, Orhan Kemal çok az benzetilebilmiş. Yüzü, cildi pasparlak! Çizgisiz, kırışıksız! “Bu Orhan Kemal” hiç çile çekmemiş… Açlık sınırlarında yaşamamış! Yazdığı insanlar kadar bu hayatın sillesini yememiş.
Belli ki bu oda edebiyata olduğunca sinemaya da katkı sunan yazarlarımız için düşünülmüş. Bol bol Yaşar Kemal, Muzaffer İzgü, Orhan Kemal portreleriyle donatılmış duvarlar.
Bir başka yerde bir vitrin… Vitrinde çeşitli sinema gereçleri. Adını bilmediğim kamera parçaları, film bobinleri, gösterici, kaydedici aygıtlar…
Ali Özgentürk köşesinde, Özgentürk’ün çektiği önemli filmlerin özgün afişleri asılı. Bir de Ali Özgentürk portreleri; bu odayı renklendiren…
Adana Sinema Müzesi’nin açıldığı gün yoğun insan kalabalığından kimi sergileri içime sine gezememiş, doyasıya izleyememiştim. İki kez daha gittim. Son gidişimde gencecik bir anaokulu öğretmeninin Müze’yi gezmeye, izlemeye getirdiği öğrencilerinin cıvıltılarıyla şenlendi kulaklarım. Belki de bu çocuklardan biri, ikisi yıllar sonra bu an’ı, bu Müze’yi anımsar… Kim bilir aralarından birileri de yine sinemacı olur; afişlerine baktıkları Güney, Duru, Atasoy, Ziyalan, Özgentürk amcaları gibi.
Müzeye her gidişimde hiçbir edebiyatçının, şairin kendini yabancı saymadığı, uzak duramadığı yedinci sanat sinemayı, o havayı soludum. Bir farkla: Filmlerde yaşatılan masalın perde arkasında dolaşıyordum bu kez…
Yukarıda Yılmaz Güney’e özel bir oda ayrıldığından söz ederken, aslında ikinci bir odayı atladığımı anımsadım. İkinci oda, ikinci katta, birinci odayla sırt sırta. Burada, Güney’in yazdığı kitaplar, film videoları, kaset, CD, DVD’leri sergileniyor. Salpa, Sanık, Hücrem, Oğluma Hikâyeler, Boynu Bükük Öldüler, Soba Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz, Ölüm Beni Çağırıyor, Selimiye Mektupları gibi roman ve öykü kitaplarının yanı sıra senaryo kitapları da göze çarpıyor: Arkadaş, Umut, Seyyit Han, Aç Kurtlar, Ağıt, Acı, Umutsuzlar, Sürü, Düşman, Yol vb. gibi…
En sona “asıl oda”yı bilerek bıraktım. Bu odada, girer girmez bir köşede Güney’in birebir boyutlarda balmumundan yapılma heykeli selamlıyor gelenleri. Canlandırılmak istenen “Umut” filminden bir sahneymiş. Böyle yazıyor Güney’in ayaklarının dibindeki notta. Filmin özgün afişi heykelin tam arkasında, bir vitrin içerisinde. O yıllardan çok iyi anımsanan siyah beyaz bir afiş bu. Şipşak çekilmiş bir aile fotoğrafını andıran afişte Faytoncu Cabbar, karısı, beş çocuğu düştükleri “umut”suzluğun acısıyla kameraya bakıyorlar. Filmdeki Güney’in kostümü bu kez heykelin üzerinde. Sekizgen köylü kasketi, yamalı Adana şalvarı, çizgili gri bir gömlek, yelek, ökçesine bastığı yemenisi ve uzamış sakallarıyla “heykel gibi” dursa da o, “Yılmaz Güney” olduğu için izleyen herkesi heyecanlandırıyor.
Bir başka vitrinde bu kez Seyyit Han filminde giydiği bere sergileniyor. Belki de hiç yayımlanmamış bir fotoğrafında Güney annesiyle, diğer bir fotoğrafta ise bir film çekiminde dinlenme anında yönetmen koltuğunda… Bir de, “Endişe”nin çekimlerinde; bir pamuk tarlasında pamukların arasına çömelmiş, kamera ardında.
Vurdulu kırdılı filmlerinde kullandığı silahlardan birkaçı, bazı film bobinleri, adını bilemeyeceğim kamera parçaları, Güney’in sigara tabakası, okuduğu yazdığı kitaplar da karşı duvarda başka bir vitrinde. O bugün yaşasaydı, elbette yalnızca bir “artist-jön” filan olarak anılmayı istemezdi. Kökleri sağlam bir dünya görüşünün yeraltındaki cevherlerine uzanan sinema bilgisi, sezgisi, birikimi; Türkiye’de bir sinema devrimi yapmasına yol açmıştır. Ölümüyle de, yakın arkadaşı Nihat Behram’ın yorumuyla; “…Deliliğini alıp gitmiş, dehasını dünyaya miras olarak bırakmıştır.”
Yılmaz Güney, kuşaktaşı sinemacıları olduğunca, kendisinden sonra gelen yönetmen, oyuncu ve senaryo yazarlarını da ışıtmış, yol gösterici olmuştur. Düşünsel anlamda okuyan, üreten ve yaratıcı yönlerini, zorluklarla geçen hapislik yıllarında bileyen bir sanatçı olduğunu söylemek, biliyorum, Güney için söylenmiş yeni şeylerden sayılmayacak. Ama yine de şunları yazmak geçer içimden: Yılmaz Güney… Biricik “Adanadaşımız…” Bu dünyadaki konukluğun 75 yıl önce 1 Nisan 1937’de başlamıştı. Toprağın altına girmeyi kimselerin sana yakıştıramadığı “ölüm”le tanışman ise 28. yılını dolduruyor.
Bu çok sevdiğin Adana’ndan giderken gencecik bir öykü yazarıydın. Sinema düşleriyle de koyun koyunaydın hayatın boyunca… Dergiler çıkardığın, birlikte edebiyatın karasularında kulaçlar attığın arkadaşların Özdemir İnce, Nihat Ziyalan, Demirtaş Ceyhun, Ülkü Tamer… oldum olası sinemaya daha çok yakıştırırlardı seni.
“İstanbul, seni yenmeye geldim; lütfen uğraştırma beni!” demişsin oraya ilk vardığında.
İstanbul değil ama “hayat sana mutlu olma şansı vermedi” biliyoruz…
Öndeydin, uçta… Göze girmiyor, batıyordun! Senden önce yapılan putları, şiirdeki dünya devimiz Nâzım Hikmet gibi bir bir kırıyor, yerleşik, ortalama beğenileri yerle yeksan eyliyordun… Devrimcilik, bir “kişilik” ve “yaşam biçimi”ydi senin için. Simge sayıldın. Şematik, sırnaşık, cıvık bir tip değildin. Korkuttun. Gerdin. Sarstın…
Yalnızca seni sevdiği için “solcu” olan, bu düşünceye sevgiyle, sempatiyle, saygıyla yaklaşan insanlar tanıyorum ben.
Bu “işlevi” sen edebiyata, sinemaya bir “yük” değil “zorunlu bir görev” saydın…
Dünya Sineması’nın saygın yönetmen ve yazarlarıyla aynı soydan geldiğiniz için kanlarınız aynı damardan akıyordu; dostuna da, düşmanına da bunu böyle bellettin.
Senin yerine hapse girmek, ceza yatmak isteyenler olduğunu okumuştum bir kitapta. “Ah keşke Yılmaz Güney benim abim olsaydı” diyecek kadar sevenlerin de…
Seni sevmeyenlerin, düşmanlarının; aslında bu halkın düşmanları, sevmeyenleri olduğunu biliyorduk bir de… Hayatlarımızın özetiydin!
Sonra, İzmit Cezaevi’nde yatarken “içerde” olduğunu bilen kamyon şoförlerinin karpuz, kavun, üzüm, şeftali dolu kasaları sana verilmek üzere cezaevine bıraktıklarını…
Seni öldürmek üzere kiralanan “katil adayı”nla arkadaş olduğunu sonra da…
Ve sonra, Adana’nın yazlık sinemalarına bisikletinle film bobinleri taşıdığın yılları; bu kentin hiç büyümemiş eski çocukları asla unutmuyor…
Parasızlıktan sinemaya giremeyen çocuklar, sen gelesin de sinemanın arka kapısından içeri girdiresin diye yollarını gözlemezler miydi? O çocuklardan biri, Ali Özgentürk, nasıl unutur da, yazmazdı bunu bir yerde?
Adana Erkek Lisesi’nde okurken İstiklal Mahallesi’nde bizim sokaktan geçmediğin günler, nerelerden geçerdin en çok? Kız kardeşin Leyla ile kömür toplarmışsınız Eskiistasyon’da, rayların arasından… O Eskiistasyon binası hâlâ ayakta, biliyor musun? Ya Yeniistasyon? Ona, kurulduğu 1912’den beri hiçbir şey olmadı. Dimdik ayakta! Sen “Umut”ta onun önündeki boş alanda çaresiz geziniyordun ya; o alandan her geçenin bu sahneyi anımsadığını bilmelisin…
Bir de şunu: Siz de damda yatmışsınızdır yaz geceleri; tahmin etmek güç değil. Sivrisinekler tüketmesin diye kanınızı, annenizin kurduğu cibinlik sabahın serinliğinde mutlaka yüzünüzü okşamıştır… Uzun boylu evler şimdiki gibi engellemezdi trenlerin düdük seslerinin taa Yeniistasyon’dan mahallemize kadar gelişini.
Yalnız, üzüleceğini bildiğim bir şey oldu: Hani Cabbar’ın atına bir taksi çarpıp öldürüyordu ya “Umut”ta… Olaydan sonra karakolda sözünü ettiğin Sun Sineması’nı da yıktılar geçen yıl! Adana’nın en gözde sinemalarından biriydi Sun; yıkarak elde ettikleri arsayı da beton çöplüğüne dönüştürüyorlar şimdilerde.
1950’lerin sonlarına doğru Adana seni İstanbul’a gönderirken neler yapabileceğini kimseler kestiremiyordu.
Yüzümüzü ağarttın yaptıklarınla…
Türkiye sana teşekkür etmeli!
Ve özür dilemeli senden; seni ve çevrendeki herkesi üzdüğü, canınızı yaktığı için! Ve aslında daha birçok şey için de kendi çocuklarına uyguladığı baba faşizminden yüzü kızarmalı! Acı ustalığında yürekleri sınanan bu ülkenin aydınlık çocukları yalnızca bir “özür” bekliyor; evet yalnızca bir “özür!”
Bunu hâlâ düşünmüyor bu ülke! Özür borcu da gönül borcu gibi gitgide kabarıyor…
Adanadaşların bu borcu bu Müze’yle biraz olsun hafifletmek istedi.
Lütfen kabul et…
DURAN AYDIN
KIYI, Mart / Nisan 2012, sayı 276