Hatta kimsenin bu portakalları koparmayışlarına da şaşırmışlar. Bu arada ilkokula başlayan Ali’nin, bir gün ağzının kenarı mor bir şekilde okuldan eve dönmesiyle de şalgamla tanışmışlar.
Derken Nisan başlarında bir sabah, nehrin hemen yanındaki tamamı portakal ağaçlarıyla kaplı kocaman bahçeden tüm şehre ve Reşatbey’deki o eve yayılan bir kokuyla uyanmışlar.
Ve o zamanlardan bu tarafa soranlara Adanalıyız, demeye başlamışlar.
O zamanlar dünyadaki tüm insanların Adanalı olduğunu düşünürdüm, hoş zaten dünyanın da yaşadığım mahalle kadar olduğunu zannederdim. Sonradan fark ettim ki her nerede olurlarsa olsunlar tanıdığım en güzel insanların da çoğu Adanalıydı.
İşte o yıllarda bizler,
Toprağın bile kendi kendini ve üzerinde yaşayanı beslediği, nazlı nazlı süzülen Seyhan Nehri’nin tüm ovaya yayıldığı, sıcağı gördükçe açan uçsuz bucaksız pamuk tarlalarının beyaz altın gibi ışıldadığı, fabrikaların bacasının tüttüğü, bağrında yetişmiş ve farklı yörelerden kucağına gelmiş insanların sarılıp sarmalandığı, bu kültürel çeşitliliğin toplum hayatına, sanata ve hatta mutfağa yansıdığı,
Herkesin kendinden bir şeyler bulduğu, komşunun komşuyu tanıdığı, dört elle sardığı, iyinin de kötünün de paylaşıldığı mahallelerde yaşar, yaseminlerle kaplı, güllerle, menekşelerle, tepelerinden inmediğimiz yenidünya ağaçlarıyla dolu bahçelerde, villaların, köşklerin dip dibe sıralandığı sokaklarda koşturur, yatak odalarımızın pencerelerine kadar uzanan portakal ağaçlarının çiçeklerinin kokusunu içimize çektiğimiz evlerde uyanırdık.
Kapıları sonuna kadar açık bu evlerde, bileği burma bilezikli annelerimizin, dışına konacak eti saatlerce dövüp macun kıvamına getirerek yaptıkları içli köftelerin, analıkızlı çorbaların, mantıların yer aldığı, Tanrı misafiridir, denenlerin dahi baş tacı edildiği sofralara kurulurduk.
Ama en çok da dört duvarı yuva yapan, azı çok eden, düşeni kaldıran, yaraları saran, sevgileri, çok soğuk bir günde üzerinize örtülmüş bir battaniye gibi içinizi ısıtan kocaman gönüllerde büyürdük.
Aynı yolları birlikte adımladık. Yan yanaydık, omuzlarımız birbirine değdi, ne kadar çok olduğumuzu anladık, birlikte coştuk, hayallerimiz benzerdi, çocukluğumuzun, ilk gençliğimizin, yetişkinliğimizin, çocuklarımızın, onları büyütürkenki umutlarımızın paydaşı olduk, taşından, toprağından, ağacından, çiçeğinden, böceğinden, irisinden, ufağından şiirler yazdık. Ortak bir geçmişten geleceğe doğru uzanan, bizi biz yapan ne varsa her şeyi bu şehirde yaşadık.
Bahar bizdik çünkü. Bir kısmını geride bırakmış olsak da gelecek tüm güzel baharlara kollarımızı açtık.
Sanırım bu sebeplerdi onları ve bu şehre bir kez dahi olsa gelmiş olanları kısa zamanda Adanalı yapan ve burada doğmuş, büyümüş olanlara da bu sevgiyi yaşatan.
Her ne kadar geçen sene bu kokuyu yakından içimize çekmeyi kaçırmış olsak da, apartmanın önündeki küçücük portakal ağacının bile üzeri gelin duvağı gibi bembeyaz oldu, sadece iki tane çiçeği alıp eve çıkarmam yetti iki gün boyunca evin mis gibi kokmasına,
Bizim buralarda portakal ağaçlarının çiçekleri yine açtı.
Bu sene de karnaval bir kez daha internet ortamında, olsun varsın, tüm bir şehir bu kokuyla birlikte yine aynı ruhla ve geçmişte yaşadığı tüm güzel anılarla baharı yaşayacak.