Garip şehirdir Adana, ismi geçince yüzlerde hınzır bir gülümseme bırakır, akla güneşe ateş edenleri, belediye otobüsünü gece kulübüne çeviren türlü türlü insanları getirir. Bu muzip kişiliğinin ardında, köhne mahallelerde, sokak aralarında, sanayide insan varoluşunun en doğal ve içten hallerini barındıran binbir türlü hikaye bulunur aslında. Adana’da şalgam için nasıl “içen bilir” derlerse, bu imajları da ancak “gören bilir”.
Banu Sıvacı, ilk uzun metraj filmi “Güvercin”le işte bu imajlara doğrultuyor bakışlarını ve ufuk çizgisinin Adana’nın kenar mahallerinin izbe evlerle kamburlaşmış sırtıyla birleştiği noktada, abisiyle ve ablasıyla birlikte yaşayan Yusuf’la tanıştırıyor bizi. Etrafını çevreleyen yoksulluğa, işsizliğe ve yetişkin olmanın gerektirdiği sorumluluklara rağmen, Yusuf’un tek bir tutkusu var: Güvercin beslemek…
Yaşadığı toplumsal çevrenin normlarına uymayan, naif, ailesinin onun yaşında bir “erkek”ten beklediği görevleri reddeden bir karakter etrafında inşa edilen film, başından itibaren psikolojik ve sosyolojik belli dinamiklere göz kırpıyor elbette. Yusuf’un evinin damında güvercinlerini sevip okşayıp, gökyüzünü seyre dalmaktan hoşlanan bir karakter şeklinde kurgulanmış olması “ayakları yere basmak” ifadesine metaforik bir tepki adeta. Bu noktada, güvercin beslemeyi, tıpkı çocukların taso ya da bilye biriktirip birbirleriyle değiş tokuş yaptıkları bir meşgaleye benzetirsek eğer, Yusuf’un, kenar mahallelerde yaşayan bir Peter Pan misali büyümeyi ve etrafındaki acımasız gerçekliği reddettiği ve kendi yarattığı dünyayı tercih eden bir kişiliğe sahip olduğu söylenebilir. Yönetmenin bu tür bir karakter inşasına ek olarak büyük ölçüde gökyüzünü kadrajlaması ve aynı kare içinde şehrin uzakta belli belirsiz bir figüre dönüşmesi, karakterin yaşadığı problemler karşısındaki tutumunu mizansene aktarması ise oldukça dikkat çekici.
Yusuf’un güvercinlerini beslediği dam, duygusal bir kaçış mekanı olarak karakter ve dolayısıyla hikaye için önemli bir konuma sahip. Özellikle filmin ilk yarısında Yusuf’un burada geçirdiği zamanı incelikli ve uzun planlarla aktarmayı tercih eden yönetmen, içine kapanık bir karakterle temas kurmamıza, onu yavaş yavaş, kurduğu dünyaya zarar vermeden tanımamıza olanak sağlıyor. Kuşlar ve Yusuf arasında kurulan duygusal temas, hem görsel hem de anlatı dili açısından filmin en güçlü yönünü oluşturuyor. Zira Yusuf, gökyüzünde süzülen güvercinleriyle, kendi kapana kısılmış ruhunu da özgür kılıyor. Bu metafor, her ne kadar sinemada alışık olduğumuz bir ilişkiye karşılık gelse de, güvercin yetiştirmeye dair belgesel estetiğine sahip sekanslar sayesinde farklı bir boyut kazanıyor. Başlarda seyirci için havada uçan karaltılardan ibaret olan güvercinler, Yusuf’un bakışlarında bireyselliklerini kazanıyor, “Küpeli’ye, “Gerdanlı”ya ve elbette “Maverdi’ye dönüşüyor.
Yazının devamını okumak için tıklayın