Cevdet Naci Gülalp Ağabeyimizi kaybettik

‘Adana’yı seviyorum’ kitabı üzerine kendisi ile röportaj yapmıştık.

Değerli eşi Aykut hanıma, kızları Zeynep Hanıma, yakınlarına ve tüm sevenlerine başsağlığı diliyoruz . Nurlar içinde uyusun

 

Kitap Fuarını Adanalı bir kitapla açalım istedik / ”Adana’yı Seviyorum” Cevdet Naci Gülalp

Cevdet Naci Gülalp’le evinde buluştuk ve benim çok etkilendiğim, müthiş bir anı kitabı olan “Adana’yı Seviyorum” üzerine konuştuk. Gülalp, 2007 yılında yayımlanan kitabında 1930’dan 2000’lere Adana’nın 70 yıllık cemiyet hayatını, tarım ticaretini, önemli şahsiyetlerini, siyasetçilerini, mekânlarını anlatıyor. Hem Adana’nın hem de Adana ticaretinin geçmişini merak edenler için önemli bir kaynak “Adana’yı Seviyorum”. Laf aramızda ben de…

Naci Bey size çok çok teşekkür ederim. Bizde anı yazma, tecrübelerini yazarak paylaşma alışkanlığı pek yoktur. Siz müthiş bir emek ve zaman harcayarak anılarınızı çok güzel bir kitap haline getirmişsiniz. Bizler için ciddi bir kaynak ve toplumsal hafıza “Adana’yı Seviyorum”. Nasıl karar verdiniz yazmaya, kitabın adını nasıl verdiniz?

Ben yazmaya, 2000 yılından sonra, Tarsus Koleji’ndeki öğrencilik yıllarıma ait bir anı kitabıyla başladım. İlk kitabım oydu. Daha sonra neden hayatımı yazmayayım ve bu arada çevremi anlatmayayım, diye düşündüm ve ikinci kitabımı yazmaya başladım. Çok enteresandır, anılarımı yazmayı bitirdiğim zaman bir şey fark ettim. Ailemden hiç kimse Adana’da kalmamış, hepsi gitmiş. Bir tek ben kalmışım. “Herhalde” dedim “bunun sebebi Adana’yı sevmek olmalı.” Kitabın adı bu yüzden “Adana’yı Seviyorum” olmuştur.

Cevdet Naci Gülalp

Çocukluğunuzun Adana’sını anlatır mısınız biraz?

Adana’da doğdum. Çocukluğum ve bugüne kadar yaşantım hep Adana’da geçti. Sadece üniversite yıllarında İstanbul’daydım. Çocukluğumda Adana  80 bin nüfuslu bir şehirdi. Kasabaydı yani bir nevi. Ama buna rağmen coğrafyada okuduğumuza göre Türkiye’nin dördüncü büyük şehriydi. Şimdi Adana çok büyüdü. İki milyona yakın bir nüfusu var. O günle bugünü kıyas etmek mümkün değil ama küçük bir kasabayı göz önüne getirirseniz tahmin edebilirsiniz. Zaten eski yollar, eski yerler duruyor, o yolların etrafına yüksek binalar yapıldı hepsi bu. İlkokulum Gazipaşa İlkokulu’ydu. Biz Kuruköprü’de oturuyorduk. Oraya kadar her gün yaya gider gelirdik. İlkokuldan sonra Tarsus Koleji’ne yatılı gittim. Haftada bir geliyordum Adana’ya. Orayı da bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi’nde iktisat okudum. Askerlikten sonra tamamen Adana’ya yerleştim. Baba mesleği olan ticaretle uğraşmaya başladım. Babamla beraber çalıştık bir süre. Sonra da ben kendi işimi kurdum ve kendi hayatımı. Emekli oluncaya kadar kendi şirketimde, kendi işimi yaptım ve tarım ticaretiyle uğraştım. Ama tarım ticareti derken iç ticaretten ziyade dış ticarete yönelmiştik. Şimdi garip gelir size ama o zaman birçok tarım ürünlerini ihraç ediyorduk. Şu anda o ürünleri ithal ediyoruz. En başta mercimek, nohut ihraç kalemlerimizdendi Pamuk sonradan girdiğim bir konudur. Pamukta da hâlâ herhalde ithalat miktarımız ihracattan daha fazla.

Kitapta Adana’nın önemli şahsiyetlerine de yer vermişsiniz, Mehmet Nuri Sabuncu ve Alber Diyab gibi.

Şimdi efendim Adana’da ekonomik hayattaki esas sivrilme 1945-1946’dan sonra başladı. Öncesinde Adana çok sakin bir şehirdi. Eskiden kalma sanayi devam ediyordu ki Osmanlıdan kalma iki tekstil sanayi vardı. Biri Milli Mensucat Fabrikası bir de Sümerbank’ın işlettiği fabrika. Bunlar Rumlardan kalan iki fabrikaydı. Mübadele dolayısıyla giden Rumlar bu fabrikaları terk edip gittiklerinde Türkiye Cumhuriyeti o zaman Atatürk’ün önderliğinde fabrikanın bir tanesinin özel sektör tarafından çalıştırılmasını istediği için 4 Kayserili müteşebbise verdi. Öbürünü de kendi bünyesinde tuttu. Evvela Ziraat Bankası sonra Sümerbank’ın bünyesine katıldı onlar. Ticarette, tabii bilhassa dış ticaret benim alanımdı, azınlıkların elindeydi. Yani şu bakımdan azınlık diyorum. Yine Adanalı olup da Müslüman olmayan kişilerin elindeydi. Bunlardan da Alber Diyab hakikaten çok duayen birisiydi. Hatta kökeninde Antakyalıdır kendisi. Hıristiyan Araptı. Onunla da çok konuşmalarım oldu. Hatta bir ara Alber Diyab, Hacı Ömer Sabancı’yla ortak iş yaptı ve Hacı Ömer Sabancı’nın da ilk yıllarda bilhassa yani İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaptığı atılımlarda ona akıl hocalığı yaptı diyebilirim.

Mehmet Nuri Sabuncu da kendine has bir Darendeli’ydi. Bir Adana muhaciri çok çalışkan, zeki bir insan ve o serveti gayrimenkulde bulduğu için çok gayrimenkul satın aldı ve bu gayrimenkulleri bugün göreceksiniz birçok yerlerde. Şimdi MNS apartmanı yapılıyor Çifte Minare  civarında. Uyanık bir tüccar ve sanayiciydi. Bu bakımdan o zamanlar önde gelen isimlerden biriydi.

Birde o yıllarda Kristal Palas’ı anlatmışsınız. O günkü cemiyet hayatının önde olan mekânlarından müzikli lokanta.

Şimdi Adana’da çok enteresan benim gençlik yıllarımda bir şeye dikkat ettim. Şimdi malum cemiyet hayatı batılılaşma, batı tarzında eğlenme ondan sonra batı tarzında giyinme zevk alma toplanma biçimleri değişiyordu. Adana’da büyük bir değişim şöyle oldu ben şunun başlangıcını bilmem kitapta anlattım mı bilmiyorum ama Çukurova Kulübü’nün kuruluşu bir adımdır bence. 1950 de veya 1951’de kuruldu zannediyorum. Çukurova Kulübü enteresandır Adana Kulübü’ne gidemeyen o eşrafın diyeyim çocukları ki bunlar okumuş kültürlü üniversite tahsili yapmış insanlardı babalarıyla aynı kulüpte oturmayı istemediklerinden gençler olarak bir kulüp kurdular.

Şimdi devran değişti Çukurova Kulübü yaşlandı oraya gençleri getirmeye çalışıyorlar bir türlü ayaklarını alıştıramadılar.

Öyle oldu. Ama o zaman Çukurova Kulübü’nün kuruluşunun esas sebebi gençlerin ayrı bir kulüp kurma ihtiyacı duymasındandır.

Valla bu kitabınız, yeni neslin okuyup dedelerinin ve babalarının ne yaptığını öğrenmeleri için çok iyi bir fırsat. Kristal Palas’la da ilgili bir kaç bir şey söylemek ister misiniz?

Efendim Kristal Palas Adana’da ilk otel olarak yapıldı, ilk müzikli lokanta olarak açıldı, sonradan gece kulübüne dönüştü.Yani otelin roof’unda bir müzikli lokanta olarak açtılar ve bu Adana için bir değişiklik oldu. Hakikaten Kristal Palas, cumartesi günleri yemek yiyip dans etmek, bir arada olmak için bir vesileydi. Ondan sonra bunun yerini 99 Kulübü aldı. Şimdi kan bankasının olduğu bir bina var…

Oraya geleceğiz. 1960’larla 80’ler bölümünde yazmışsınız orayı. Yine 1960-80’ler döneminde Çukonam’ı da çok detaylı yazmışsınız hem objektif değerlendirmeleriniz de var. Şimdi o Çukonam’ı kuran insanların torunları geçen sene bir kooperatif kurdular. İnşallah başarılı olurlar. Biraz Çukonam’ı konuşalım, biraz da sizin aynı dönem pamuk toplama makinesi işiniz var. Kırk sene sonra gelmiş makine. Yani ben baktım seksenlerdeki ilk makineden sonra gerçekten ovanın toplanmaya geçmesi kırk sene sürmüş. Önce isterseniz bunu konuşalım.

Ben dış ticaretle uğraşıyordum tabi ihracat ana konumdu ama ithalatta beni ilgilendiriyordu ve bazı mümessilliklerim de vardı zaten. İlk aldığım mümessillik çırçır makineleri konusunda. Bölgede altı yedi tesis kurduk. Ondan sonra pamuk toplama makinesine ilgi duyduk.

Çok da uğraşmışsınız yani niye olmadı o zaman, uygun çeşitler mi yoktu? Şimdi buna uygun çeşitler var…

Benim de içimde tenkit ettiğim bir konudur. Onun psikolojik sebepleri vardır onu anlatayım ben. Yeniliğe direnme diyeyim, o şekilde. Şimdi pamuk toplama makinesi şöyle idi,  ithal edilemez, işçi politikasına aykırıdır, diye bir kanaat vardı. Ben dış ticaret konularını devamlı takip ettiğim için 70’li yılların başındaydık, bir baktım kotada Hasat toplama makineleri için bir bölüm ayırmışlar yani döviz tahsil ediyorlar. Şimdi tabii insanın aklına evvela biçerdöverler falan geliyor bu konuda. Dedim, pamuk toplama makinesi ithal edilebilir mi acaba? Sonra bir firmayla temas kurdum Amerika’da. Onun yapımcısı da yalnız Amerika’daydı. Rusya kendisi yapıyordu zaten, bir ilişkimiz de yoktu ticari bakımından. Amerika’dan bir cevap geldi dediler ki, bize çok ısrar ettiler mümessillik için hepsi boş çıktı. Eğer siz iki üç tane ithal ederseniz size mümessilliği veririz, dediler. Düşündüm pekâlâ edelim, dedim. Bu arada mali bakımdan bir arkadaşla birleştim. Okuldan arkadaşımdı ve biz beraber üç tane makine getirtdik 1973’te. Burada Cumhuriyetin 50. yılıydı tarlada gösteri yaptık, caddede gösterdik ve üç makinenin bir tanesini zirai mücadele enstitüsüne, birini pamuk araştırmaya sattık. Bir tanesini de kendimiz muhafaza ettik. Ertesi yıl çiftçilere bu makinenin kullanılmasını göstermek için ayırdık ve dedik ki gelecek sene ekeceğiniz pamuğu mazot fiyatına toplayacağız. Ama bir şartımız vardı, o da şuydu pamuk ekim araları 80 cm oluyordu. Biz dedik bunun 1 m olması lazım, bu makinenin ara gözleri ona göre hesaplanmış. Bir de temiz toplamak için sırt yapmanız lazım, yani pamuk tohumunu sırt üzerine ekeceksiniz. Hayhay, dedi birçok arkadaş. Hepsinden söz aldım ben. Mart ayı geldiği zaman, ekim zamanı, “yapacaksınız değil mi?” dedim, “hiç merak etmeyin” dediler “yapacağız”. Sonra nisan oldu. “Hadi bakalım bir dönüm yani bir kısmını ayırın” dedim ben.  “Olur” dediler “yaparız yüz dönüm, iki yüz dönüm yaparız” böyle bir şey. Nisan ayı geldi. Sordum “ne kadar yaptınız?” diye. Başladılar kıvırmaya. Efendim işte ben söyledim de bizim çiftçi başı ihmal etti, yapmadı. Bilmem pamuk tohum ekme makinemizin ayarını biz yapamadık. Bilmem ne oldu, diye hiçbir çiftçi istediğimiz gibi pamuğu ekmedi. Ve biz de o başarıyı çiftçilere gösteremedik. Sonra arkadaşım bir sene sonra kendisi bir tarla kiraladı, bizzat ekti, makineleri deneme yaptı ama onun da çalıştığı insanlar maalesef gereken özeni göstermedi. Bu iş bu şekilde söndü ama 20-30 sene sonra, 40 sene sonra tekrar makinenin değeri anlaşıldı. O zaman kırk bin dolar olan makine bugün iki yüz elli bin dolar.

Biraz da Çukonam’ı anlatmanızı istiyorum yani geçmişte içinde bulunmuşsunuz tekrar 40 sene sonra yeni nesil o kurucuların çocukları buna benzer bir oluşum için bir araya geliyorlar. Nedir bu bizim Adanalıların bir araya gelememe, birlikte iş yapama eksikliği? 

Ben bunu Adanalıların bir kusuru olarak görmüyorum aslında bütün Türk milletinin genelde genel bir anlayışı var. Kimse birbirine güvenmiyor. Aslında kooperatifçiliğin esası güvendir. Yani insanlar ürettikleri malları bir torbaya doldurup tek üreticinin malı gibi satarak aradaki payı paylaşırsa sorun yok. Kimse böyle bir sisteme yanaşmak istemiyor. Ya benim malım daha iyiydi iyi fiyata gitti onun malı kötü olduğu için ben kaybettim diyor veyahut da acaba onu götüren getiren bu işi organize eden kişi burada şahsi bir menfaat elde eder miyim düşüncesi var.

Bu temelsiz de bir şey değil. Kooperatifçilik geçmişimiz başarılı başarısız örneklerle dolu ama tabii başarısız olanımız daha fazla.

Tabii bu bizde genel bir anlayıştır çünkü. Çukonam kurulduğu zaman Turgut Özal Devlet Planlama Teşkilatı müsteşarıydı. Bir proje idi bu. Türkiye’nin yaş meyve sebze üretimini dış pazarlara açmak yani ihraç etmek için, Avrupa pazarlarına göndermek için kurulan bir sistemdi. Bu sistemde Türkiye’nin üç bölgesinde Çukurova, İzmir ve Bursa da olmak üzere şirketler kurulacaktı. Çünkü o kooperatifçiliğin de yürümeyeceğine inanıldığından çok ortaklı şirketlerin kurulmasını önerdi, kurulacaktı. Bu şirketler kendi ürettikleri malları paketleyip hazırlayacak, yine müşterek proje ile yine onların da ortaklığıyda kurulacak bir taşıma şirketi ve merkezi pazarlama şirketi ile Avrupa pazarlarında bu ürünler tanıtılıp satılacaktı. Bu arada Adana ve Mersin’de iki şirket kuruldu ama yürümedi. Yürümemesinin en büyük sebebi gerek yöneticilerin gerekse ortakların veyahut da ortak olmayanların güvensizlik fikrine sahip olmasıydı yani herkes malını götürüp hal’de kaça satılırsa satılsın razı oluyor ama bir de şu var, bilhassa narenciyede alıcı geliyor bir bahçeye fiyat veriyor Allah bereket versin deyip, parayı cebine atıp ben başka bir külfete girmem, diyor. Bu yanlış bir şeydir. Üretici son noktasına kadar malının riskini üzerinde taşıması lazım, aksi takdirde aracılar bu gibi mallarda risk fazla olduğu için kâr marjını yüksek tutarlar. Yani 100 kuruşa satacağı malı en az 50 kuruşa almaya bakar, çünkü 80 kuruşa alırsa ne olur ne olmaz zarar etme riski vardır bu bakımdan marj açılıyor, birkaç aracı girdiğinde de çiftçinin 50 kuruşa sattığı mal tüketiciye beş liradan geçiyor. Bu domateste de öyle, patateste de öyle, soğanda da öyle, her şeyde de öyle.

Pamuğu konuştuk, turunçgili de. Siz bu yolda giderken cemiyet hayatına da dokunmuşsunuz bize şu Kulüp 99’un keyifli gecelerini de anlatır mısınız, ne yapardınız, nasıl eğlenirdiniz o yıllarda?

Şimdi bahsettiğim gibi hakikaten Adana’da genç bir kuşak meydana gelmişti 1960’tan sonra. 1960’tan sonra büyük bir genç kuşak, daha ziyade çok kültürlü, okumuş, Batı görüşlü ve Batı hayatını benimseyen bir kuşaktı ve Adanalıydı bunlar, yabancı değil. Bunlar eski klasik eğlence tarzından modern eğlence tarzına geçmeyi arzu ediyorlardı. 70’li yılların başında bir müteşebbis zannediyorum Süreyya Bey geldi; şimdi Kan Bankası’nın olduğu binanın altını, bahçesi de büyük olduğu için kiraladı. Oraya bir kulüp açtı ve Adana’da ileri gelen gençlerin de teşviki oldu, desteklediler onu.

Çukurova Koleji’nin orkestrası olduğunu söylerler o dönem.

O zamanki gençler Adana’nın genç idarecileri, genç yöneticileriydi. Profesyonel orkestra getiriliyordu. Zaten küçük bir lokalde zaten 70, 80, 90 kişilik bir gurup toplanılabiliyordu. Her hafta Cumartesi günü orada danslı, müzikli yemeklerle aynı insanları görmek mümkündü. O da zaten Adana’nın artık dediğim gibi belirli bir zihniyetine sahip genç arkadaşlardı ve Adana hayatına büyük bir değişiklik getirdi. Sonra Süreyya Bey orayı kapattı. Kristal Palas’ı işletmeye kalktı fakat orda aynı başarıyı devam ettiremedi ama onun yerine Kuyubaşı diye bir yer açıldı Müze Sokağı’nda o da bir süre aynı havayı götürdü, o da zamanla 80 ihtilaline doğru kapandı.

Gelelim kitabımızın son bölümüne 80’lerle 2000 arasındaki dönem Çukurova üniversitesi var.

Şimdi Çukurova Üniversitesinin kuruluşu çok enteresandır aslında Çukurova Üniversitesi’nin nüvesi 1965 yılında Adana’ya bir yüksek okul açılması fikriyle başladı. Bu yüksekokul Ankara İktisadi ve Ticari Bilimler Akademisi’nin bir kolu olacaktı  ve buna da Adana Ticaret Odası sponsorluk yapmayı kabul etti. Yani hocaların buraya gelip ders vermelerinde yol masraflarını, otel masraflarını ödemeyi Ticaret Odası finanse etti. Bu okul ilk olarak şimdi Atatürk Parkı’nın bulunduğu yerde, bir otel binası yapılmıştı, o otel binasında derslere başladı, eğitime başladı. Adana’da ilk defa yüksekokulu adımını atmış oldu.  Sonra 1973 yılında da, yani beş altı yıl sonra Çukurova Üniversitesi açıldı. İlk defa Ziraat Fakültesi’nin bulunduğu mekânda Ziraat Fakültesi, arkasından Tıp Fakültesi ve diğer fakülteler başladı. Çukurova Üniversitesi’nin başlangıç tarihi 1973’tür. Çukurova Üniversitesi Adana’ya başka bir hava getirdi. Gençliğe dönük. Her yerde, Türkiye’nin her yerinde üniversitenin açıldığı şehirlerde gençlik ve gençlerin eğlence tarzı, buluşmaları farklı oluyor. Kafeler falan açıldı, eskiden kafe yoktu, kahvehaneler vardı.

Birde kitabınızda önemli bir şey var iş hayatınıza başladığınızdan sonuna kadar farklı farklı işler de yapmışsınız tarım ticareti, tavukçuluk,  ithalat, ihracat… bir iş planı vs nasıl hesaplanır, bir ders gibi çok çok enteresan hiç bıkmadan inançla her işe çok müteşebbis girmişsiniz ve çok bunları net bir şekilde yazmışsınız. Ticaret hayatına atılmak isteyenler için öğretici bir niteliği de olduğunu düşünüyorum kitabınızın. Tekrar teşekkür ediyorum. Son olarak Ümit Yaşar Oğuzcan’dan bahsetmek ister misiniz? Adanalı bir şair de var kitabınızın içine sindirilmiş.

Şimdi efendim şöyle söyleyeyim. Ben değişik şeyler yapmaktan hoşlanan bir insanım ki iş hayatıma babamla beraber başladım. Ondan sonra babamın ortak olduğu bir fabrikada fabrika idareciliği, yöneticiliği ve sanayicilikle ilgili deneyimlerim oldu. Sonra tek başıma iş kurdum tek başıma ithalat ihracat işleri ile uğraştım, kimi zamanlar bazı firmalarla müşterek işler yaptım ortaklık ya da özel ortaklık yaptım, değişik konulara girdim. Herhalde bir işte fazla sıkıldığım için öbürüne geçiyordum. Bu benim karakterimle ilgili bir konu. Şimdi bu arada tabii değişik şeyler yaptım, tabii tecrübelerimde her birinden birer ders aldım, birkaç ders aldım diyebilirim. Bu arada sosyal konulara da meraklıyım ya da STK dediğimiz sivil toplum kuruluşlarına meraklıydım. Nitekim zaten kitabımda benim bu topluluk hayatımda da aktivitelerimi, yaptıklarımı da belirtmişim. Türk Amerikan Derneği Adana’da 1954 yılında kuruldu, o zaman İncirlik daha bitmemişti. Amerikan Konsolosluğu yoktu, fakat Marshall Planı dolayısıyla bu işler yapılırken Türk Amerikan Derneği’nin Ankara’da kurulması, Amerika’da da Amerikan Türk Derneği’nin kurulması öngörüldü. Adana’da Ankara’nın şubesi olarak 1954’te kurulan derneğe ben de üye oldum. Onların o tarihlerde 1950’lerde, 1960’larda sosyal faaliyetleri vardı. Şimdi tamamen eğitime dönük İngilizce dersleri veriyorlar. Hâlâ da devam ediyor. Biz sonradan Türk Amerikan Derneği’nin maddi varlıklarını vakıf halinde oluşturduk. Türk Amerikan Derneği’nin faaliyetleri arasında kardeşim biraz meraklı herhalde, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın şiirlerini İngilizce’ye çevirdi.

İlk defa duyuyorum.

Ve dernek olarak dedik ki “bu güzel bir şey, mademki bunu İngilizce’ye çevirdin, gel bunu bir sergi yapalım, Ümit Yaşarı da çağıralım.”

Kitap haline geldi mi, basıldı mı bu?

Hayır kitap halinde olmadı. İngilizce şiirleri biz kültür merkezinde büyük panolara yazdık. O çevirileri kültür sarayında sergiledik. Ümit Yaşar Oğuzcan’ı da çağırdık. Güzel bir akşam yemeğiyle birlikte o günün anısı bende daima vardır. Güzel bir anıydı.

Kitabınızın üzerinden geçtik. 2000’ler bitti. 2007’de basılmış bir kitap, 12 sene geçmiş. Belki ikinci baskı yapabilirse neler eklemeyi düşünürsünüz?

Aslında kitabı yazdığım zaman 2000’e kadar olan kısmını yazdım çünkü ondan sonra emekliye ayrıldım, işimi de bıraktım. Şu anda yalnız işte yine Türk Amerikan Derneği ve Adana Lisan Eğitim Vakfı ile ilgileniyorum. Tabii başka sosyal kulüplere de ilgim var, üyeliğim var. Bunlar beni meşgul ediyor. Adana tabii gittikçe büyüyor. Bir Adanalı olarak üzüldüğüm bir nokta var; bu büyüme maalesef bir şehir planı yapılarak olmuyor. Mevcut plan üzerinden yama yapılarak büyüyor ki bu sağlıksız bir olay ama her yeni şey eskisinden daha iyidir. Ben hiçbir zaman kötümser olup “Ah nerde o eski enginarlar!” demiyorum. Ben böyle bir şey de demem. Her gün daha iyiye gidiyor ama çok daha iyi olabilirdi. Bundan sonra seçilecekler inşallah bunu göz önüne alır diye düşünüyorum

Çok teşekkür ederim. Cevdet Naci Gülalp Adana’yı seviyorum. Adana’nın 1930’dan 2000’e kadar yazılı tarihi burada var. Herhalde bunun benzeri bir kitap yok. Kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum böyle bir belgeyi kalıcı olarak bizlere bıraktığı için.