Oğlum Ziya Demirel’in ilk uzun metrajlı filmi için ev döşeniyor. Bu işleri Sanat Yönetmeni yapıyor ama bir süredir oğlum bize uğradığında, elinde cebi, şıkk şık obje fotoğrafları çekiyor, hayırdır, benim antikacı, eskici dükkanlarından aldığım objelere, porselenlere, aileden gelmiş eşyalara bir ilgi mi başladı? Sormadım da umutlandım.
Kız çocukların anne eşyalarına ilgisi az istisna dışında oluyor. Ben evlendikten sonra anne baba evime her gittiğimde son dakikada bir şey kapardım. Rahmetli babam anneme, ‘seninki yine av peşinde,’ der, bıyık altı gülerdi. Erkek çocuk anneleri bu işlerde pek şanslı sayılmazlar. Aile eşyalarına düşkün sadece dört erkek tanıdım, biri baba anne yadigarım rahmetli İnal Ataç, biri eniştem Yusuf Tan, biri aile dostumuz rahmetli Erdoğan Arıkoğlu, biri de lise arkadaşım Sönmez Baltalı’dır. Sönmez’in müthiş bir porselen biblo kolleksiyonu var, diğer üçünün evleri de nadide antikalarla doludur. Onlar aile eşyalarının bekçisi oldular, büyük saygı. Sonunda bir kaç gün önce haberi aldık, filmdeki ev benim kolleksiyondan (!) parçalarla da bir miktar giydirilecekmiş.
Ne yalan söyleyeyim, sevindim. Bizden bir şeyler, çok uzun yıllar beğenilerek izlenmesi dileğinde olduğum bir filmde gözler önünde olsun. Deneyimli sanat yönetmenleri eve şöyle bir baktılar, çabuk hareketlerle ellerine aldıklarını masanın üstüne koymaya başladılar. Onlar işlerinde ustalar. Kolay gelsin. Kahve ister misiniz dedim, su kaynayıncaya kadar filmden çıktım, aklım başka yerlere gitti.
Kırık bir şeyler alacaklar mı? Kırılmış bir şeyler? Arada bir ceviz çekmeceyi açıp baktığım şeylerimi alacaklar mı? Yeşil vazonun kırıklarını çekmecede sakladığımı, onun yeşilinden sızan özgürlüğümüzü, gençliğimizi görecekler mi? Bu kadarını beklemek olmaz da, bu kırık şeyler neden burada duruyor diye bir an olsun düşünecekler mi?
Balayımızda plansız, yer ayarlamasız gidivermiştik Asos’a. Tek bir dileğimiz vardı, balayımızı Asos’ta geçirmek. Bana adı bile havalı gelmişti, işte Asos, yıl 1987’nin Ağustos’u. Tabii otelde yer bulamadık. Benim zaten öyle şeylerde gözüm yoktu, bavulumuz giysi, kalbimiz aşk dolu. Güleryüzlü, incecik, yaşlı bir teyzecik ve beyi bize evlerini açtılar ve terk ettiler. Köy evi, duvarları kireç boyalı bir avlu, küçüklü büyüklü tenekelerde sardunyalar, akşam sefaları, odada yer yatağı, kanaviçe ve dantel kenarlı çarşaflar. İlk sabaha uyandığımızda, sofadaki masanın üstünde taze meyvelerle dolu bir hoşgeldiniz sepeti vardı. İnce şeyler düşünen güzel kalpli insanlar. Tatilimizin son günü köyün içinden geçerken bir kapının önünde dantel örtüler görmüştüm. Hasan’a dur da bir bakalım deyince durduk. Satan kadın, içerde biraz daha var, dur bekle getireyim diyerek tahta kapıyı açtı, içeri girdim. Bir avlu. Beni mutfağına doğru yürütüp, bir dolabı açınca hazine görmüş gibi açıldı gözlerim, sevinç çığlıkları attım. Raflı bir dolap Çanakkale seramikleriyle doluydu, içlerinde un, bulgur, mercimek. On tane kadarını bana sattı, biri de o yuvarlak yeşil vazo. Yıllar sonra, bir gün bir çatışma çıkmış evde, hımsın, mımsın, hımhım, kim bilir neydi derdimiz, güzelim Çanakkale seramiği karpuz vazo kırılıverdi. Sonra yine Hasan elinde Migros poşetleri eve gelmiştir. Sanki sabahki kavgada dişlerini gösteren biz ikimiz değildik, vampir dişlerimizi, ben de sessiz geçen yemek sonrası Türk kahvemizi yapmışımdır. Kalan parçalar çekmecenin içinde yıllarca kalır.
Kitapların arasına bakacaklar mı? İşte William Saroyan’ın İnsanlık Komedisi. Hangi sayfaya bir çiçek koparıp koymuşum, solmuş bir mor salkım, bulacaklar mı? Başka pek çok kitapta hangi satırların yanına kurşun kalemle bir çarpı atmışım, hey hey?
Şu halıya dört gözle bakarsanız, bu Hereke halıda bir sigara yanığı göreceksiniz. Üstünde büyükçe bir orta sehpa var. Ben hep, sehpanın ayaklarını o izi görünür halde bırakmak üzere yerleştiririm. Bir gün kayınvalidem, kayınpederim ve bizler evde oturuyoruz. Ben yeni gelmişim işlerimden. Yağmurlu bir İstanbul akşamı ve bayram arefesi. Nişantaş’tan taksiye binmişim, Pelit’in önünde sıkışmış trafik. Bir de bakarsam, ne göreyim, yaşlıca bir kadın benim taksiye dur diyor. Taksiden görünmem. Herkes benim arkada oturduğum taksiye el ettiğine göre ben görünmüyorum. Şoföre, durun dedim, nasılsa az sonra ineceğim, bari bu kadıncağızın gönlünü alalım. Durdu, buyur ettik. Ön koltuğa oturdu. Sırtında siyah kürkü. Biri kürk giymişse, gözüne bakmazsınız, yüzünü hatırlamazsınız. Kürk oturdu. Trafik iyice sıkıştığı ben de geveze olduğum için konuşmaya başladık. Kayınbiraderinin Divan’da vereceği iftar yemeğine gidiyormuş, şoförü oruçlu olduğu için de ona hadi sen evine git demiş ve kalmış taksiye. Benim konuşmamı beğendi ki herhalde, nerelisin diye sordu. Adana’dan çıkıp, kocamın Arhavi’sine varışımız böyle oldu. O da Arhaviliymiş, haydi bakalım. Sizinkiler kimlerdir, lakapları nedir deyince, bizimkilere Velimahmutoğulları derlermiş dedim. Hımmm, dedi, kayınvaliden seni istedi mi? Hahaha, kahkahalar, valla ne bilim, laz kızı değiliz tabii diyerek atlattım bu soruyu. Beni evime bıraktılar, teşekkürler, iyi bayramlar, tam kapıyı kapatacağım, yalnız sana bir şey söyleyeyim, sizinkilerin lakabı Veli değil Delimahmutoğulları deyiverdi. Eve gelince kayınlarıma olayı kelime kelime anlattım. Kopan kahkaha sırasında Hasan yere sigarasını düşürdü. Bu iz o kahkahaların izidir, alır mıydınız?
İşte masanın altındaki kilim! Bosna Hersek’ten getirmiştim. Yaşlı bir anayla oğlu satmışlardı bunu bana, 80 Euro. Kadın yaşadığı yıldan daha yaşlıydı, ağzında birkaç diş, yüzü kırışıklarla kaplı ve güzeldi. Otelde son gün, bavulu yaparken, hay benim kafam, deyip deyip durmuştum da çaktırmamıştım Yusuf oğluma, aman kızmasın da götürelim İstanbul’a. Mostar’a indiğimizde gözümün gördüğü ilk şey duvarlardaki kurşun izleriydi. İlahi anlar, hangi din ya da neyse o, beni çok coşkulandırır. O sıra ezan okunmaya başladı. Bir ezan hiç böyle etkilememişti beni, burada ölenleri, süremedikleri hayatı unutma diyordu ağlarken ben. Bu kilim, işte o anın kilimidir. Evimde, masanın altında, saçakları biraz yıpranmış, duruyor, içinde bir anı saklı.
Şu bej rengi etamin masa örtüsünü alacak mısınız? Bakın üstü kırmızı lacivert ipliklerle işli. Onu Şaziment Teyze işlemişti. Adı Şaziment’ti, evet. Teyzemin eşinin halası. Ben onu Tepebağ’daki evlerinde sokağa bakan küçücük odasında görürdüm. Yatağından hiç çıkmadan otururdu, yaşlıydı. Çocuk felci mikrobunu altı yedi yaşında almış. O zaman çocuk felci aşısı yok. Eniştemin anlatımıyla, ‘bunun tezahürü 14-15 yaşında olmuş.’ Babasıyla halası iki kardeş. Aralarında on dört yaş fark var. Hala aksayarak yürümeye başlamış demek ki, abisi sormuş: “Şaziment, niye öyle yürüyorsun?” Zamanla aksama artmış. En son, el, böyle tortop, bir taraf titrek kalmış. Yine sol ayak öyle. Eniştemin babası Şehremini’de bir ev tutmuş. Sene 1937 ve o zamanlar Adana’dan İstanbul’a gitmek aya gitmek gibi bir şey. Bir iki sene iki kadın- halasıyla nenesi- orada kalmışlar tedavi için. Hastaneden bir hastabakıcı da ayarlamışlar. Tedavi sağlıklı bir sonuç getirmemiş. Dönmüşler. O odada, yatağın içinde, kendini eğlemek için etamin işlemeye başlamış. Sevdiklerine. Biri de annemmiş demek ki, işte ondan da bana devrolmuş. Bu örtü o örtü, dikdörtgen bir masa için yapılmış. İçinden ise, bizim aklımızın ermediği, farkında olamadığımız şeyler akıp durur. Geçmez, orada durur. Onu alacak mısınız?
Duvardaki kilim. Arkadaşım Nuran Gönül, onu benim için çul bir platforma yerleştirdi. Hikayesi ise çok eski. Daha küçüktüm. O zamanlar bana yaşlı gelen ama belki de ellilerinde bir kadın bizim evde işe başlamıştı. Bir gün bu kilimle geldi. Satmak istiyormuş. Size şöyle tarif edeyim, hayatımda gördüğüm en güzel kilimdir. Kırmızı üstünde neredeyse her renkten geometrik, asimetrik biçimlerde kök boya bir kilim. Asimetrik olmasının kilime daha büyük bir değer taşıdığını da sonraları öğrendim. Köylü kadın nasıl oluşturuyorsa öyleymiş. Annem, ağlayanın malı gülene hayretmez diye düşünür. Ama kadın yapma etme, eğer alırsan benim de bir eksiğim yerine gelecek dedi. Kadın kilimi bize sattı ve gitti.
Sonra hiç gelmedi. İşte duvarda asılı bu kilimde meçhul bir hayat saklı. Alır mıydınız?
İşte böyle, ben roman karakteri bir insanım. İnsanın eşyayla olan ilişkisinin altında yine insan var, en az iki insan. Bazen insanın içine su serpen, ferahlatan bir duygu, bazen otuz yıl önce yaşadığı bir acıyı o an yaşamışcasına dipdiri acıtan bir duygu. Tatlı ya da acı evimdeki her eşyanın hikayesine sarılıyorum. O hikaye bir diğer hikayenin kapısını açıyor, derken bir yenisi daha ekleniyor. Hayatın binbir yola açıldığı bir yolculuk bu, aklımın gittiği bir yolculuk. Alır mıydınız?