Anadolu’da Bir Doğa Mucizesi… Kapadokya… – Hüsamettin Akçay / altinrota.org

Nice köyleri, kentleri, ülkeleri dolaşsanız, nice yollardan geçip, nice dağlar, nice sular aşsanız da inanın Kapadokya’yı ilk görüşünüzde diliniz tutulacaktır! Geniş bir alana yayılmış büyüleyici, müthiş, inanılmaz, daha önce aklınıza bile getiremeyeceğiniz bir coğrafya burası. Oraya varınca ilk anda duyulabilecek müthiş şaşkınlık kısa süre sonra hayranlığa dönüşür. Erciyes ve Hasan Dağının püskürttüğü lav ve küllerin oluşturduğu yumuşak tüfün milyonlarca yılda yağmur ve rüzgâr etkisiyle aşınması, dünyada başka hiç bir yerde görülemeyecek ilginçlikte ve güzellikte enfes bir coğrafya ortaya çıkarmış.

l704’de Fransa Kralı XIV. Louis tarafından Anadolu’da incelemeler yapması için görevlendirilen Paul Lucas tarafından keşfedilerek Hristiyan dünyaya tanıtılmış Kapadokya. Lucas peribacalarını “kukuletalı rahiplere”, üzerlerindeki kaya parçalarını da “Kucağında çocuk İsa’yı tutan Meryem büstlerine” benzetir. Çizdiği gravürlerde konik biçimli peribacası dizilerinin uç kısımları abartılı bir biçimde yapılmış insan ve hayvan büstleri ile tasvir edilmekte, kayalardaki oyuklar Hristiyan keşişlerin evleri olduğu belirtilmektedir. l833-l837 yılları arasında Kapadokya’ya gelen C. Texier, yöreyi anlatan yazısında şöyle der; “doğa hiçbir zaman kendini bir yabancının gözlerine böylesine olağanüstü bir şekilde göstermemiştir”.

Bölgede bilimsel araştırmalar 19.yüzyılın sonlarında başlamıştır. 1907-1912 yılları arasında incelemeler yapan Fransız rahip G. de Jerphanion, bölgenin anıtsal kaya kiliselerini, kaya manastırlarını ve içindeki duvar fresklerini sistemli bir şekilde incelemiş. Kayseri’nin önemli bir din merkezi haline geldiği 4. yüzyılda, Göreme ve çevresini keşfeden Hıristiyanların Kayseri Piskoposu Aziz Basil’i izleyerek yumuşak tüf kayaları oyup manastırlar yaptığını dünyaya tanıtmıştır.

Yunan şairlerinden Anadolu’lu, Urla doğumlu Yorgo Seferis’in 1950’lerde Ankara’da Yunan sefaretinde çalışırken yaptığı bir gezi sonrası yazdığı “Kapadokya Kaya Kiliselerinde Üç Gün” adlı şiiri ve Fransızca olarak 1953’de Atina Fransız Araştırma Kurumu yayınları arasında kitaplaştırdığı gezi günlüğü sayesinde Kapadokya dünya gezginleri için farklı bir ilgi alanı olmaya başlamıştır. Nobel Edebiyat Ödüllü Anadolulu şair Seferis’in tanımıyla Kapadokya yeryüzüne serilmiş, “anlaşılmaz oyuncaklarla dolu bir yayladır”.

Her bir yanı “Yüzüklerin Efendisi” filmindeki Hobbitlerin yaşadığı oyukları andıran Peribacaları arasında dolaşırken bu muhteşem manzarayı suyun ve rüzgârın yarattığına inanmakta güçlük çekersiniz. Sanki başka bir dünyada olduğunuzdan kuşku duymaya başlarsınız. Kapadokya, yanardağların, fırtınaların, sellerin Anadolu’ya sunduğu bir armağandır. Kolay aşınan, kolay kazınan tüf yüzeylerini işleyen insan, bir yandan kendisine ev, kilise ve yeraltı kentleri yaparken diğer yandan coğrafyayı tarihle buluşturmuş. Bu tarih sahnesinde nice uygarlıklara yurt olmuştur; Hititler, Frigler, Medler, Persler, Makedonyalılar, Romalılar, Pontuslular, Selçuklular ve Osmanlılar…

Yılın her mevsiminde bir başkadır Kapadokya, ne zaman gitseniz başka duygu yaşarsınız. İlkbaharda mor renkli irisler doldurur Uçhisar’ı. Beyaz atlara binilir. Bisikletlerinin pedallarını çevire çevire yöreyi dolaşan gezginlerle dolar yollar. Bahar yağmurlarının ardından güneş çıktığında, gökyüzü rengârenk ebemkuşaklarıyla taçlandırır Ürgüp’ü. Saçları Hititlerden beri hep aynı şekilde örülen kız çocukları el ele tutuşup şarkılar söylerler Arnavut kaldırımlı daracık sokaklarda. Baharın yarattığı coşku ağaçlardan başlayarak tüm Kapadokya’ya yayılır. 

Yazın sıcağından kaçış zamanında insan eliyle oyulan mağaraları andıran serin taş evlerde şaraplar yudumlanır. Göreme’de halı satan dükkânların önünde satıcılar, Fransız ressam Jean-Léon Gérôme “Halı Tüccarı” adlı tablosundaki gibi halıların üzerlerindeki desenlerin ne anlama geldiğini anlatırlar müşterilerine. Ortahisar Kalesi’nin altında bir gelin gibi süslenen develerin sırtlarına binip fotoğraf çektirirken İpek Yolu’nu anımsamaktan alıkoyamazsınız kendinizi. Peribacalarının altında kadınlar, kendi elleriyle yaptıkları bez bebekleri, kadın motifli kabaktan büstleri satarlar. Geceleri turistik lokantaların pencerelerinden davulun zurnanın sesi yayılır ve folklor ekipleri tüm becerilerini sergilerler. Gösterinin sonunda dansöz sahneye çıkar ve yalnızca kalçalarını değil, dünyanın dört bucağını sallar!

Sonbahar altın sarısına dönüşen lekeler yaratır bitki örtüsünde. Vadilerdeki toprak patikalarda yürüyen gezginler aniden karşılarına çıkan tuhaf şekilli oluşumları heyecanla birbirlerine gösterirler. Akşamüzeri Zelve Vadisi’nde peribacalarının üzerine düşen ışığın onlarla seviştiğini sanırsınız. Kızıl Vadi’nin tepelerine çıkıp güneşin kırmızı bir gökyüzünde ucunda yitip gittiğini izlerken, yanınızda sevdiğiniz yoksa hayıflanırsınız. Kapadokya böyledir, aşk orada insana usul usul yanaşır. Peribacaları el ele tutuşamaz ama sizin ellerinizi tutuşturmak için gerekeni yapar.

Balon turları, Kapadokya’nın en ilgi çekici etkinliklerindendir ve yeryüzünün başka hiçbir yeri yukarıdan bakana böylesine çekici bir coğrafya sergilemez. Bu etkiden olsa gerek, 1997 Dünya Hava Olimpiyatları’nın Sıcak Balon Yarışmaları da burada yapılmıştır. Sabah 5 sularında havalanan balonlarla, yüksekten Avanos’a Ürgüp’e kadar geniş bir alana ve Erciyes dağına selam verebilirsiniz.

Kışın Kapadokya’ya kar yağdığında, masalsı bir sessizlikle örtülür yeryüzü. Kızılırmak’ın kıyısındaki Avanos’ta eski bir geleneği yaşatan çömlek ustaları, kalabalıkların çekildiği bu zamanı tezgâhlarının başında çamura yeni şekiller vererek geçirir. Bacalardan tüten duman hayatın sürdüğünü gösterir size. Uzaklarda görünen Erciyes Dağı beyaza keser. Rüzgârla savrulan kar derin vadilerin, güvercinliklerin, kayalardaki oyukların içine girer. Evlerin bahçeleri kardan adamlarla ve kartopu oynayan çocuklarla dolar. Kar peribacalarının üzerinde beyaz bir şal gibi durur.

Geniş bir alana yayılmış bir mozaiği andıran Kapadokya’da manastırlarla dolu Ihlara Vadisi, içine girdiğinizde ürpermekten kendinizi alamayacağınız Derinkuyu ve Kaymaklı yeraltı kentleri, Avcılar’daki kaya mezarları, şaraplarıyla ünlü Ürgüp, Çavuşin’deki yörenin en eski kiliselerinden bir olan St. Jean-Baptiste Kilisesi, Selçuklu yapılarıyla dolu Aksaray, Hacı Bektaş Veli’nin türbesinin bulunduğu Hacı Bektaş, bir taş devri yerleşimini andıran Mustafapaşa (Sinasos) vardır. Uçhisar’da yeraltındaki doğal soğuk hava depolarında narenciye saklanmakta, Ortahisar’da zamana direnen peribacalarının toplandığı Zelve Vadisi yeryüzünün belki de en görkemli sahnedir. Bir açık hava müzesi olan Göreme’de yaklaşık bin yıl kadar süren manastır hayatı yani Hristiyanlığın Anadolu’daki izleri peş peşe sergilenmiştir; Tokalı, Çarıklı, Karanlık, Meryem Ana, Elmalı, Yılanlı, Barbara kiliseleri…

Kapadokya’da gün peribacalarının siluetlerinin alacakaranlığın içinde ürkütücü şekillere dönüşmesiyle başlar, derken ışık yükselir ve doğa büyüleyici bir coğrafya ve jeoloji dersi olur adeta. Gümüş kolyelerin, kilden yapılmış testilerin, nazar boncuklarının, oyalı mendillerin, otantik giysilerin satıldığı dükkânların kepenkleri bir bir açılır. Güneş batıp gecenin hükümdarlığı başlayınca, evlerde bir bir yanan lambalar Kapadokya’ya daha da gizemli bir hava verir. Güvercinlik Vadisi’nin arkasından kocaman bir fener gibi yükselen ayın yumuşacık ışığı peribacalarına vurduğunda masalsı bir atmosfer oluşur. Kapadokya’da gökyüzü, yıldızlar bile bir farklıdır hele karanlığın içinden türkü söyleyen bir kadının sesini ya da sazın tellerinden dökülen ezgileri duyarsanız şaşırmayın. Şaşırmayın, çünkü bulunduğunuz coğrafyanın adı Anadolu’dur. Binlerce yıldan beri Anadolu’da sesler, eller, gözler buluşur.

Yazının devamını okumak için tıklayın