Cem Kalender: Topluma, tarihe ve kültüre bir borcum var ve bu bilinçle yazmak zorundayım

Aşağıdaki söyleşide Homeros gibi konuşan bizim Dostoyevski’mizle tanışacaksınız. En yakın arkadaşınız olmasını dilerim.

Cem Kalender, 1976’da Afşin’de doğdu. Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesini bitirdikten sonra öğretmenlik mesleğini sürdürdü. Bir süre sonra Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde okumaya başladı. Yazın hayatının yoğunlaşması sebebiyle bu eğitimi yarıda bıraktı. 2007’de yayınlanan ilk romanı Klan’la henüz dosya halindeyken Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Ödülü’nü aldı. Ardından çok kısa bir zaman sonra ikinci kitabı Zamanın Unutkan Koynunda, Kayıp Gergedan ve 2015 yılında Gezi Direnişi‘ni merkeze alan Kasımpaşalı Oedipus yayın dünyasında beklenenden de fazla bir etkiyle yerini aldı. 2017’de ah şu kahrolası KHK ile çok sevdiği öğretmenlik mesleğinden uzaklaştırıldı. Böylece bütün yoğunluğunu yazmaya ve okumaya bağışladı. Yazmaya hayat bağlamak çok da kolay şey değildir. Cem Kalender, her ne kadar yaşayan bir şair Hilmi Yavuz‘un deyimiyle İkinci Oğuz Atay olarak nitelendirilse de, benim için yer altı edebiyatının günümüz temsilcilerinden olmayı basarmış nadir yazarlardandır. Aşağıdaki söyleşide Homeros gibi konuşan bizim Dostoyevski’mizle tanışacaksınız. En yakın arkadaşınız olmasını dilerim.

 İlk sorum kitabının içini yüzünde taşıyan kitap kapağındaki görselle ilgili. Tasarımcını tebrik etmekle birlikte bu tasarımda bir dâhlin oldu mu? Senin de pek çok yerde ve söyleşide belirttiğin gibi dönüşüm hikâyelerinden oluşuyor. Kitabın ciddi bir biçimde okunup anlaşılabilmesi için içeriğinden çok da söz etmemeye çalışacağım. Kitabın kapağındaki kelebek bir dönüşümle çıkar tabiata. Hiçbir şey aynı kalmaz değişir ya hani, tırtıllar kelebek olurlar sonra… Bu noktada Kafka’nın Dönüşüm hikâyelerinden de söz etmek mecburiyeti de bir çeşit dönüşüm olarak beliriyor ve senin kitapta söz ettiğin toplumsal, biyolojik ve ruhsal dönüşümlerden senin bu kitabı yazan biri olmanın dışındaki görme biçiminle aktardığın dönüşüm okura neyi idrak ettirmek istiyor?

Kitabın kapağını ben de başarılı buldum, ama bir katkım olmadı. Zaten yayınevi bu konuda çok profesyonel çalışıyor ve oldukça da başarılı. Aklın yolu bir derler ya, bir dönüşüm hikâyesinin en belirgin metaforu kelebek ve bunun kullanılması klişe gibi gözükse de, bence oldukça makul. Önemli olan kelebek görselinin nasıl kullanılacağı… Bunu da sevgili Geray Gençer en güzel biçimde yansıtmış ve ortaya oldukça güzel bir kapak çıkmış. Emeği geçenlere tekrar bu vesile ile teşekkür edeyim. 

Kitabın hikâyesine gelince dönüşüm sadece insana ait bir olgu değil. Ama biz insan olarak bunu imgeleyebildiğimiz için durumun farkındayız ve bunu anlamlandırmaya çalışıyoruz. Edebiyat da burada devreye giriyor, insana ait bu olguyu estetik kaygıyla hikâyeleştiriyor. Benim burada yapmaya çalıştığım şey, dönüşümün her durumunu, her katmanını okura yansıtabilmek. Okurun bir diyalektik geliştirmesini sağlamak; fiziksel dönüşüm, ruhsal dönüşümü mü tetikliyor yoksa ruhsal dönüşüm fiziksel dönüşümü mü ya da ikisi beraber mi gerçekleşiyor? Mazarin Mavisi‘nin felsefi kaygısı bu aslında.

– Mazarin Mavisi Doğan Kitap etiketiyle çok yakın zamanda okuruyla buluştu. Ve harikulade biçimde dördüncü baskıyı geçmek üzere. Kitapla ilgili çok aykırı sualler etmeden önce senin yazma stratejin üzerine birkaç şey sormak istiyorum. Bu kitabın Edebiyat Sosyolojisi açısından elbette çok önemli… Ve diğer kitapların da öyle kesinlikle… Toplumsal yapı, aile izleği, yaklaşımsallığı, ötekiler mevzu ve anlatım biçimiyle de ayrıca etkileyici. Yanı sıra psikolojik yaklaşımlarla da desteklenmiş. Kitabın oluşumunu tetikleyen ve seni bu kitabı yazmaya iten o ilk kuvvetten biraz söz eder misin? Lacan’ın yaklaşımları senin yazma biçiminde etkili mi?

Virginia Woolffelsefe bilmeden roman yazılamayacağını söyler. Ben de ekleme yapayım; mitoloji ve psikanaliz. Roman sanatı bunu gerektiriyor. Beni bu kitabı yazmaya iten hikâyenin cazibesiydi. Güçlü ve sarsıcı bir hikâyeydi gerçekten. Hikâyenin arketipi, alt metni, bilinçdışı beni çağırdı. Ki yapısal olarak buna bezer bir hikâyeyi Kayıp Gergedanlar‘da yazmıştım. Gerek Lacan, gerek Jung böyle metinlerde yazar için oldukça zihin açıcı ve yol gösterici oluyor.  

– Her yazarın yazarken ve her insanın yaşarken karşılaştığı olaylarla kendi içinde oluşturduğu bütün yaşam ve düş alanlarından bağımsız özerk ve girilemez bir başka dünyası var. Bu dünya biraz can sıkıcı bir yer. Şöyle ki, itilmenin, dışlanmanın, kişinin kendini güçlü gösterdiği her durumda aslında en zayıf en iyileşmez yaralar aldığını gizleyebildiği ve bununla bir başına kaldığı bir yer. Mazarin Mavisi böyle bir kitap. Ve bu kitapta ötekiliğin ve sürüklenmenin her yerde gördüğümüz, ama anlamlandırmada büyük güçlük çektiğimiz biçimleri var. Her bakımdan bir öteki olarak ve senin de bir öteki olduğunu düşünerek Mazarin Mavisi‘ndeki ötekiliğin toplum eleştirisini yaptığını söylemek doğru olur mu?

Öteki olmak aslında hiçbir bireyin, toplumun, devletin uzağında değil. Herkes birinin ötekisi aslında… Bunu sınıflara ayırmak ya da sınıflandırmak da diyebiliriz. Fırsatını bulan herkesin başvurduğu yöntem bu. Bu, yeni bir durum değil, insanlık tarihiyle başlar. Marx’ın da söylediği gibi Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Marx’ın bu çıkarımıyla tarih boyunca birilerinin mutlaka öteki olduğunu anlıyoruz. Bir de ötekinin ötekisi var. İnsana ait trajedilerin uç noktası burası ve benim hikâye anlatıcılığım burada başlıyor. Mazarin Mavisi böyle bir roman; ötekinin daha da öteki olma hikâyesi… Zaten alt sınıflardan gelen insanların dönüşümlerini toplumun nazarında iyiye ve ileriye taşıyamaması ve bedenlerinin bir alt kimlik haline gelmesi…

– Kitapların genel anlamda postmodern olarak nitelendiriliyor. Ben nedense köklerini geçmişten alan hikâyelerine bakınca öyle olduğunu düşünemiyorum. 80’lerde LGBTİ’ler, seks işçileri ne yaşadıysa bugün de yaşıyorlar aynı şeyleri. Üstelik çok daha göz önünde… Biraz popüler örnekler olacak ama oyuncu Rüzgâr Erkoçlar, Selin Ciğerci ve hatta Bülent Ersoy gibi pek çok isim de aynı trajedileri, baskıları yaşayarak kendilerini gerçekleştirdiler ve toplum tarafından olağanüstü bir biçimde sevildiler, kabul gördüler. Sence de burada toplumsal bir ahlaksızlık söz konusu değil mi adaletli olmak bakımından, aslında kabul görenin bu insanların kendileri değil, konumları, maddi statüleri olduğunu düşünürsek? 

https://t24.com.tr/yazarlar/ayfer-feriha-nujen/cem-kalender,33501