Emre Toğrul bakış Açısı Görme Noktası

Bazen yaşamlarımızda “ne olduğu” gerçeğini,

Öncelikle ne “olmadığı” gerçeğini keşfederek buluruz.

Meşakkatli bir eleme süreciyle, aradığımız anlayışa odaklanırız.

Bu bağlamda, her şeyin tanımı nasıl baktığımıza göre değişir.

Hayatta Hiçbir şey göründüğü gibi değildir aslında.

Yalnızca ve yalnızca bir şeye bakış açımıza göre,

Kendi yarattığımız bir gerçeklik vardır.

Kendi gerçekliğimizi, bakış açısını kullanarak yaratabildiğimiz gibi,

Sonra da istersek, görebilirsek, becerebilirsek onu da değiştirebiliriz…

“Duymak istemeyenden daha sağırı, görmek istemeyenden daha körü yoktur,” derler…

Kişileri ve maddeleri görmenin ve işitmenin ilk koşulu duyarlılıktır.

Bu duyarlılık çerçevesinde hareketle, nasıl geçmiş yıllardaki karanlık gecelerde,

Bir geminin kayalara çarpmaması için deniz feneri nasıl yanıp sönerek işaret verirse,

Düşünebilen bir insan da yaşamında sadece gördükleriyle kalmamış;

Bilim, din ve felsefenin ışıklarından hangisiyle uyuştusa, nihayi görüyü oraya bağlamıştır.

Kendilerine özgü yöntemleriyle kendi konularında insanlığı aydınlatan bu üç büyük sistem,

Gördüğünü zihinde pişirip birbirlerinin varoluş ve gelişimlerinde ortak paydayı oluşturarak,

Hakikatin aranmasında da birbirlerini tamamlayıp yol göstermişlerdir.

Bilimde, gözlem – deney – ispat,

Dinde, vicdan – sezgi – inanç,

Felsefede ise, mantık ve düşünce, ağırlıklı olarak öne çıkmasına karşın,

Her üç sistemde de, akıl ve bilgi ortak hareket noktasıdır.

Ama aklı ve bilgiyi o nokta olarak görürsen, yoksa bakmak ve görmek,

Yaşam denen illüzyonun içinde koca bir yalan olur çıkar…

​ Ω∞∞Ω∞∞Ω

İnsan, bilgisinin yaklaşık yüzde 80’ini gözleriyle,

Kalan yüzde 20’sini de diğer duyu organları vasıtasıyla edinir.

Gözleri belirli bir şeye dikmenin, onu görmek anlamına gelmediğini,

İlk keşfedenlerin nörobilimcilerin olmadığının da altını çizmek gerekir.

Sihirbazlar her bakanın göremediğinin çok önceleri farkına varmış ,

Ve bu bilgiyi kullanıp geliştirmenin yollarını bulmuşlardı.

Oysa gözbebeğince alınıp retinada odaklanan görüntü,

Elektrik sinyallerine dönüştürüldükten sonra,

Saniyenin binde biri gibi bir zaman diliminde,

Optik sinirler aracılığıyla beyne ulaştırılır.

Beyin de iki gözden gelen görüntüleri tek bir görüntü halinde birleştirir.

Nesnenin biçimini ve rengini ayırt eder, ne kadar uzakta olduğunu saptar.

Kısacası, nesneleri gören göz değil beyindir.

O yüzden de bakmak herzaman görebilmek değildir zaten.

Görebilmek için, gözlem, irdeleme, yorumlama ve anlamaya çalışmak gereklidir.

Görmek, bakmaktan farklı olarak, göze değen ışıkla değil, akla düşen merakla gerçekleşir.

Işıktan, işaretten, şekilden ve renkten fazlasıdır, aklın gördüğü.

Akıl, gözün gördüğünden ötesini arar, gözün gördüğünün gösterdiğini görmek ister.

Akıl yoluyla insan, görünür olanın derinine geçmek ve görüntüden asıla varmak imkânına kavuşur.

İnsan, gözünün gördüğüyle yetinmeyen, baktığının ötesini dert edinendir.

Anlaşılacağı üzere görmek, göze ilk çarpanı sorgulayıp, duyusal verileri akla vurmak,

Gözün gördüğünden de şüphe ederken, şüpheyi bir taşçı kalemi gibi kullanmak,

Ve hakikat ile insan arasındaki fazlalıkları yontarak bakmaktan da öteye geçmektir.

Bu bağlamda bir anlamda, görme organı olan gözün devre dışı bırakıldığı,

Hakikati görmenin duyusal değil zihinsel bir fonksiyon olduğu gerçeğine geliyoruz.

Ω∞∞Ω∞∞Ω

Ama kandırmayalım kendimizi, günümüz karanlığında bu işlev çok zor.

Artık bizler olsak olsak, gördüğünün yalancısıyız.

Üstelik gördüğünden,’’ gösterilene bakana’’ indirgenmiş izleyicileriyiz dünyanın.

Eskiden, bakarken görmediğimizi saklayan zihnimize inat,

Bugün artık bize hiç gösterilmeden sunulan hakikat sandıklarımızın bakar körleriyiz.

Montaigne’in özdeyişinde vurgulandığı gibi altını tekrar çizmem gerekirse,

“Göz hiç bir şeyin özünü göremez, doğru bir kürek suda eğri görünür” .

Bireyin bakışını sağlayan zihnin yapısı ve akla sağlamış olduğu bilinç birikimi,

Yaşamdaki tüm görüntülerin niteliğini tayin eden temel faktördür.

Kant, “İnsan, aklını kullanarak sonsuzluğa uzanır.” demektedir.

Aklını kullanarak sonsuzluğa uzanamayan insanın,

Orada göremediği “Varlığın” kanıtı, “Varlığın” yokluğuna da kanıt değildir.

Bakmak ve görmekten sonsuzluğa uzanabilmek çok basit bir kurala bağlı:

Yani duyuları akıl, irade ve rasyonel hislere dönüştürüp,

Bizden öncekilerin edindiği deneyimleri öğrenip,

Özgür gözlem, deney ve kanıtlarla bunları yorumlamak işin püf noktası.

Rasyonel aklın ve mantığın, temel bilginin ışığında;

Yaşanılan evrende yeni bir şeyleri farketmeye ömür harcamadan,

İletişim, bilgilenme, düşünme ve ifade etme tarzımız tekrar özgürleşmeden,

Beyne gitmeyen görüntülere bakan bir zavallılık bizimkisi…