FAHRİ IŞIK’TAN DÜNYADA BİR İLK ! PAMUK TARLASINDA VERİLEN KONSER

FAHRİ IŞIK’TAN DÜNYADA BİR İLK.!!!! PAMUK TARLASINDA VERİLEN KONSER-
SKODA BACAKLI ASSOLİST VEBAVYERA EYALETİ SES KRALİÇESİ
İSMAİL GÖRKEM
Sene 1969 takvimlerde pamuk mevsim Ağustos – Eylül arası. Sıcakların Ceyhan Ovası’nı kavurduğu günlerden bir gün. Ceyhan’da “Ebe’nin Bahçesi” dedikleri 1500 kişilik aile çay bahçesinde, program yapacağım. Ben prensip olarak program yapacağım yerlere iki gün önce giderim.
Yine perşembe günü başlayacak konser için, Ceyhan’a salı günü geldim otele yerleştim. Akşam Ceyhan’daki pavyonların birine davetliydim, saz arkadaşlarımla pavyona gittik. Orada eğlenirken masama yanaşan garson, elinde dolu bir tepsiyle gelmişti.
“Bu karşıki masadaki Hüsnü Ağa’dan” dedi. Pavyoncu raconuna göre, bizim de bir şey göndermemiz gerekir. Benim yerime pavyoncu Hüsnü Ağam “ Fahri Beyden ne arzu edersiniz?” deyince ağa “ Fahri Bey’i masamıza buyur etsek bizi kırmaz herhalde? Ayrıca bir şey konuşmamız gerek” deyince, hop Hüsnü Ağa’nın masasına taşındık. Havadan sudan hoşbeşten sonra ağa birden;
“Fahri Bey eğer mümkünse yarın bizim pamuk tarlasındaki işçilere bir konser verebilir misiniz”
diyerek ciddi ciddi tarlada konser teklif etti.1000 lira da para vereceğini söyledi, şaşırmıştım.
Parasal yönden cazip, benim Ceyhan’a geleceğimi önceden duymuş, bütün hazırlığını yapmış.
“Peki ağa cereyan işini ne yapacağı deyince “O kolay, jeneratörle çalışacak cihaz hazırladım” dedi. O kadar candan istiyorduki pamuk işçileri “Ağa, bizi bir gün konsere götür.” demişler. Ağa da “Konseri size, tarlaya getireceğim” demiş; para da iyi idi kabul ettim. Konser ilginç beni ikna etti ve ben bir sanatçının hayatı boyunca; hayal bile edemeyeceği; benzeri asla olmayan bir konsere solistlik yaptım. Hayatımda hiçbir konserimden bu kadar keyif aldığımı hatırlamıyorum. Elimdeki mikrofonla ikindi vakti, çadır kentte çocukluğum gözümde canlandı, türkülerimi söylerken pamuk tarlasında ağustos böceklerini kelebekleri kovalayan, çocukluğumu hayal ettim. Akşam yemekler yenmiş köz üstü çaylar demlenmiş beni dinleyenlerin arasında benim çocukluk yıllarımdaki çadır kenti gördüm, anamla babamı gördüm, Tahir ile Zühre operasını söylüyorlardı sanki…
Pamuk hararlarının (büyük pamuk çuvalları) üstünde yıldızları seyrederken uyuyan kendimi gördüm. Pamuk işçilerine o günlerimi anlattım onlarla beraber türküler söyledim. “Vur çapayı” türküsüyle kızlarla halay çektim.
Konser sonrası yer sofrasında yemek yedim, çay içtim. Dünyada emsali görülmemiş bir konsere imza atmıştım.
Ceyhan Irmağı’nın eteklerinde Ceyhan Ovası’nın ortasında dolunay bir akşamda yaşanan o büyülü akşamın ardından ağaya: “Bir fotoğrafçı getir.” diyememenin acısını bugün dahi çekerim, pişmanlığını hâlâ yaşarım. Yazık oldu. İnanılmaz, bugün bile böyle bir şey nasıl yaşandı diye hayret ederim. İnanılmaz, şaka gibi, rüya gibi bir şeydi.
60 yıllık sanat hayatımda çok ilginç konserlerim oldu. Hastanelerde, hapishanelerde, askerî birliklerde, mahalle ve köy düğünlerinde, plajlarda, sahil çadır plajlarında daha nice yerlerde konserlerim oldu ama o çocuksu ellerimle ekin yolduğum, önce buğday sonra pamuk topladığım çadır kentte bir gün konser vereceğimi asla hayal bile edemezdim… Aziz Nesin boşuna dememiş: “Yaşamın katı gerçeği uydurmaların sınırını aşıyor.”
Öyle yalın bir gerçek yaşarsınız ki uydurmak isteseniz uyduramazsınız. Işıklar içinde uyu büyük usta yazar…
Neyse biz dönelim Ceyhan aile çay bahçesine. Ceyhan’a geldiğimde şehrin duvarlarında benim afişlerin yanında Almanya’nın Bavyera eyaletinde ses kraliçesi olmuş Ayşegül adlı bir bayanın afişini gördüm. Bayanın benimle sahne alacağını söylediler. Tabi bayan: “Ben assolist olarak en son sahne alırım.” demiş. Bana söylediler ben olumlu baktım, benim için fark etmez, dedim.
Ceyhanlı beni iyi bilir, ben Ceyhanlıyı iyi bilirim. Varsın son solist olarak çıksın. Bayanı benimle tanıştırdılar. Bayan gururla: “Bana Berlin bülbülü derler. Bavyera eyaletinde birinci oldum.”
Gerçekten de ben gazetede okumuştum “Memnun oldum en son sahne almak istediğini söylediler benim için sakıncası yoktur.” dedim. Baş sazım bestekâr rahmetli Ahmet Turşah ile bir yemek davetine gitmek üzere oradan ayrıldım. O yıllarda Ceyhan’ın en ünlü manifaturacısı Liz Manifatura’nın sahibi Selahattin Bey’le beraber olduk.
Sahne elbiselerimin kumaşını çoğunlukla Liz Manifaturadan alırdım.
Yemekten sonra tekrar aile bahçesine gelince sahne müdürü rahmetli boy boy Erdoğan, garsonlar, şef garson etrafımı sardılar.
“Fahri Bey sen bu bayandan önce sahne almayı nasıl kabul edersin, biz bu bayana ayrıca kızdık.” dediler. Ben sebebini sorunca: “Efendim bu kadın, ben burada okurum para önemli değil ama assolist olarak sahneye en son ben çıkarım.” deyince bahçenin sahibi Ebe Hanım: “Kızım bizim assolistimiz Fahri Bey.” deyince kadın basmış kahkahayı. “Yapmayın yahu bu Skoda bacaklı adam mı assolistiniz?” diye beni gırgıra almış.
Tabi kadın elindeki gazete kupürlerini gösterip: “Ben Almanya’da Berlin’de ses kraliçesi oldum. Burada zevkimden memleketimde sahne alacağım ama gecenin sonunda sahne alırım.” demiş
Kadın hem yurt dışında meşhur hem de parayı dert etmiyor. “Tamam Fahri Bey’e soralım.” demişler. Tabi ben de olumlu bakıp oradan uzaklaşınca kadın bir kahkaha daha savurmuş ve “Adamın yüzü gözleri güzel de ama bu çapraz bacaklı adamdan solist olur mu?” demiş. Tabi ben bunları duyunca kızacağımı sananlar benim katıla katıla güldüğümü görünce şaşırdılar: “Abi yedi yıldır sen Ceyhan’ın kralısın ne iş, sen buna nasıl razı olursun” deyince ben: “Arkadaşlar yarın akşam kimin Skoda kimin Mercedes olacağını hep beraber göreceğiz siz meraklanmayın.” diyor ve hâlâ gülüyordum…
Sonra beraber akşam çaylarımızı içerken sahne saatlerini taksim ettik. Ben saat 22.15’te sahne alıp 23.15’te bırakacaktım. Bayan final yapacaktı. Neyse programın ilk gecesi perşembe akşamı 1500 kişilik bahçe silme dolu… Saat 22.00’de altın yıldız süt beyazı İspanyol paçası elbisem… Zamanın modası yüksek topuklu ayakkabılar… Siyah papyon, ceketimde siyah mendil… Sazlarımda beyaz pantolon, mavi gömleklerle mehtaplı bir yaz gecesinde Akdeniz’i sembolize eder gibiydik.
Neyse sunucu muhterem: “Ceyhanlı sanatseverler! Programın bu müstesna bölümünde Çukurova Radyosunun Taçsız Kralı, Agora Meyhanesi’nin bestekâr sanatçısı Fahri Işık huzurlarınızda!” diye anons edince müthiş bir alkış koptu, bahçede ışıklar söndü. Dolunayın ışıkları altında büyülü bir atmosfer oluşmuştu. Sahnede Ahmet Turşah harika bir saba taksimi yaptı. Herkes beni sahnede beklerken ben seyircilerin arasından o yıllarda ünlü ve de moda bir uzun havayı mikrofonsuz okuyarak sahneye yürürken yer yerinden oynadı… “Buradan bir atlı geçti” adlı uzun havayı bitirip sahnede hemen aynı makamda “Hangi bağın bağbanısan gülüsen” adlı parçayı bağladım.
Durmayan alkışları susturup: “Sevgili Ceyhanlılar! Yedi yıldır burada sizlerleyim. Radyo ile de evlerinize misafir ettiniz. Bu bölgenin sanatçıları olarak bizleri yüceltip bağrınıza bastınız.
Bana bu ilk akşamda çiçek gönderen Liz Manifaturaya, bizi her akşam konuk edip kebaplarıyla doyuran Ceyhan Kebap Salonu’na, Ceyhanspor kalecisi Sayın Muzaffer kardeşime ve arkadaşlarına, İnci Palas sahibi eski patronum Bahtiyar Bey’e, bahçe sahibi Ebe Hanım’a sizlerin şahsında hepsine sonsuz şükran ve sevgilerimi sunuyorum.” deyince yine yeniden başlayan alkışlar arasında “Agora Meyhanesi” adlı ünlü şarkıma başladım. Ardından Ahmet Turşah’ın “Kaz Mezarcı” adlı türküsünü okudum “Sevemedim kara gözlüm, Deryada bir salım yok, Sevmek günah mı?” ve günün sevilen şarkılarından neler okudum neler… Sahneyi terk ediyorum. Halk beni beş defa sahneye geri çağırdı. Sonunda: “Değerli arkadaşlar! Benden sonra sahne alacak değerli bir hanım sanatçımız var. Sizler beni tanıyorsunuz. Bizlerin misafirperver olmamız gerek.” diyerek programıma son verdim. “Yarın buluşmak üzere iyi geceler. Benim başka bir programım var oraya kavuşmam lazım.” Üstümü değiştirmeden otele gittim. Sıcaktan sırılsıklam olmuştum. Duşumu aldım, üstümü değiştim ve aile bahçesine geri geldim.
Saat 23.45 gazino boşalmış. Aile bahçelerinin değişmez bir geleneği var. Halk dağıldıktan sonra kuliste çaylar kahveler gelir, nargileler yakılır.
Tabi benim masam ayrı. Saz arkadaşlarım beni bekliyorlar. Tabi önce aperitif yemekler, sonra çay, kahve, nargile faslı… Gece yarısına kadar sürecek bizim eğlencemiz başlayacak. Tabi bizim bayan assolisti üzgün gördüm. Kibarlık gösterip masama davet ettim, ayakta tokalaştık. Beni yanaklarımdan aniden kibarca öptükten sonra oturmadan bana: “ Fahri Bey sizden özür dilerim.” dedi. “Sizi tanımadan hatalı davrandım siz ise kibarlık gösterip bana kızmadan hoşgörüyle davranıp masanıza davet ettiniz, sahne şovunuz muhteşemdi. Sesiniz, yorumunuz, sahnede duruşunuzla bana unutamayacağım bir ders verdiniz. Siz sahneden indiniz ben şoke oldum. İnanın okuma yeteneğimi yitirdim. Okuyucu olmak için ses güzelliğinin yetmediğini siz bana acı bir ders vererek gösterdiniz, sayenizde ayaklarım yere bastı.” Bu samimi itiraf karşısında sahnede laf ebesi olan ben lâl oldum. “Bu samimi sözlerinizle benim gözümde gerçek bir kraliçe oldunuz.” deyip kalktım, nazikçe elini öptüm. “Ayşegül Hanım, bundan böyle siz de benim sanat dünyamda unutamadığım anekdotların arasında bir dost olarak yerinizi aldınız sizin bu yüce gönüllü davranışınızı yürekten kutluyorum.” Tekrar ayağa kalkıp kırk yıllık dost gibi birbirimize sımsıkı sarıldık. Allah için genç bayan fizik ve estetiği ve de sesiyle tam bir gurbetçi kraliçesi… “Bundan sonra asla sizden sonra sahneye çıkmam, beni affedin.” Belayı satın aldık. Ayşegül kız konuştukça sıkılmaya başladım. “Bu kadar iltifat yeter, artık biz arkadaş olduk.” “Yok olmaz.” dedi. “Ben hakkınızda size yakışmayan sözler söyledim.” “Tamam” dedim. “Lütfen unutalım.” dedim.
İkinci gün saat 22.30’da bana sahne verdi. Ben de: “İlk şarkımı Ayşegül Hanım’a ithaf ediyorum.” dedim. “Yeter olsun yok Ayşe’m” adlı şarkıyla programıma başladım. Program sonrası anons ettirdik, bir ilki denedik. Saat 20.00’den 24.00’e kadar sahnede beraber şarkı söyledik. Bu programımı dinleyiciler tuttu.
Bütün yaz Ceyhan’dan sonra Çukurova’da değişik yerlerde beraber sahne alıp beraber okuduk. Yaz sonunda Bavyera’nın güzeli ile Skoda bacaklı solist bir akşam veda yemeğinden sonra ayrıldık. Almanya’nın Berlin şehrine yolcu ettik.
Bu anı burada biter sanmıştım zira o yıldan sonra Ayşegül bir daha gelmedi ama 1973’ün kara bir sonbaharında TRT’den istifa edip Hollanda’ya gideceğimi kim bilebilirdi ki… Hayat bu… Yaşamımızda daha nice sürprizler bizi bekliyordu acaba?
1973 yılının Mayıs ayında, önce radyomuzu Adana’dan Mersin’e taşıyıp sonra emisyonlarımızı (programlarımız) azaltan, yavaş yavaş soluklarımızı kesmeyi hedefleyen Ankara Radyosunun zalimi gaddar bir hoca, her ay gelip bizleri güya denetim adı altında hayatımızdan bıktırıyordu.
En son damla, sözde bir “Çukurova Türküleri” okurken patlak verdi. Ben, kendim bestelediğim sözleri Karacaoğlan’a ait “Yürü bre yalan dünya” adlı türkümü okurken adam birden hiddetlenip: “Olmaz, bu beste, bunu okuyamazsın.” deyince zaten burnumuza gelmişti. Ben: “Yahu bütün türküleri bir insan besteledi. Bunca türküler Allah tarafından vahiy ile mi geldi?” dedim kızarak: “Yeter sizin yaptığınız, bizi kovacaksanız açıkça söyleyin.” deyince kendine karşı gelinmesine alışmamış derecede zalim olan zat: “Ulan defol buradan.” deyince ben de: “ Hocasının karısına kocalık yapan adamdan zalimlikten başka ne beklenir?” dedim, hemen odadan koşarak idareye gittim, istifamı yazdım. Yayın yönetiminin ısrarına rağmen müdüre: “Lütfen imzalayın.” dedim. İmzaladı. İstifamı alıp adamın odasına kapıyı çalmadan girdim. “Bana bakın size beni kovmak zevkini vermedim, ben istifa ettim.” dedim kapıyı çarpıp bütün TRT personeli arkadaşlarla vedalaştım. Müdürümüz Ergun Evren ile tonmaysterimiz Soner Baykara ile eşinin ellerini öpüp vedalaşarak radyodan ayrıldım.
Vakit kaybetmeden Mersin İş ve İşçi Bulma Kurumundaki arkadaşlarıma gittim. Dış Hatlar Müdür Yardımcısı Celâl Sürecek ile plasman memuru Nadir Bey: “ O, Fahri Bey teşrif etmişler.” diye beni gülerek karşıladılar. İkisi de Mersin’deki konserlerimde beni hiç yalnız bırakmayan vefalı ve de beni seven sanatsever arkadaşlarımdı.
Zaman zaman onlara uğrar çaylarını içerdim. “Hoş geldin.” dediler. Bana: “Hayrola sende bir hâl var.” dediler. “Vallahi pek hayır değil beni yurt dışına göndereceksiniz.” dedim.
Şaşırdılar. “Hadi be senin kâğıdını dört defa Almanya, Hollanda, Fransa, Avusturya’ya çıkardık. İstanbul’dan kaçıp geri geldin.” dediler. “Bir defasında da orada münakaşa etmişsin, hüviyetine bir daha gönderilmesin diye damga yemişsin, nüfus kâğıdında ön ve arka sayfada damga var, olmaz.” dediler. Bense direttim. “Mutlaka gitmem gerek, gider Tarsus’tan zayiinden yeni bir hüviyet alırım. Askerî şubede tanıdığım var, terhisimi işletirim, işte size damgasız bir hüviyet.” deyince: “Tamam.” dediler. “Öyle temiz bir kimlik getirirsen olur, nüfusu al gel. Gitmeyenlerden bir kayıt işleriz.” dediler. Neyse kahve çay faslından sonra, Tarsus’a geldim. Nüfus memuru arkadaş Duran. Namıdiger Papaz Duran. O da futbolcuydu ben de… Hepimizin bir lakabı vardı. Bana meşhur Macar futbolcusu Puşkaş’ın adıyla radyo evine girene dek “Puşkaş Fahri” derlerdi. Nüfus memuru arkadaşıma da Papaz Duran. Papaz Duran yüzüme ters bakarak: “Lan Fahri bu kaçıncı hüviyet?” deyince: “Hadi lan uzatma işte…”
“İyi de hani eski hüviyet?” “Kayboldu.” deyince: “Olmaz.” dedi. Ben: “Niye?” dedim. “Gazeteye ilan vereceksin. “Nüfus kâğıdımı kaybettim yenisini alacağımdan eskisinin hükmü yoktur.” diye. “Eee?” “Eeesi bir hafta sonra gazete ilanını getireceksin ilanı dosyaya koyup sana yenisini vereceğiz.” deyince: “Lan Papaz, işi yokuşa sürme.” dediysem de : “Abi başka türlü zayiinden veremeyiz.” “Lan Duran oğlum, iki hafta sonra benim gitmem lazım iki gün içinde hüviyet almazsam işlerim yatar.”
O ara, saat 12.00. Öğlen paydosu. “Gel hele bir karnımızı doyuralım. Orada konuşuruz.” O zamanlar Tarsus Belediye Binası şimdiki Kaymakamlığın karşındaydı. Belediyenin altında restorant vardı.
Zaten Tarsusta ilk “Çukurova’dan Sesler” konserimde o restorant bana kelebek kravat veren yerdi. O kravat sayesinde konsere çıkmıştım. Tabi ismimiz duyulunca orada sık sık yemeğe çıkardık zira Tarsus’un en pahalı ve lüks lokantasıydı Belediye Restorant.
Nereden nereye… “Abi bir kelebek kravata ihtiyacım var yoksa konsere çıkamayacağım.” dediğim ilk sahne denememe yardımcı olan restorantta son defa yemek yiyecektim.
Neyse Duran arkadaşım bu sefer benim için papaz yürüyen oldu bana bir buçuk beyti kebap ısmarladı. Kebaplarımızı yerken: “Lan insafsız Papaz bizim kimlik nasıl olacak oğlum?” dedim. Hiç kesmediği kendine yakışan bıyıklarıyla oynarken gülmeye başladı: “Lan Puşkaş Fahri, senin hüviyetin kirlenmiş demez mi…” Tabi ben başka türlü anladım. “Ne diyon lan, bizden avanta mı istiyorsun?” Bu sefer kahkahalarla gülmeye başladı. “Niye gülüyon oğlum Papaz, kafayı mı yedin?” deyince: “Yok lan senin kafan iyice dağılmış.” dedi. “Senin kimlik kirlenmiş verecen annene çamaşırla kazanda kaynatacak biz de deforme olmuş raporu yazıp sana yeni kimlik vereceğiz. Bugün yıkat yarın gel.” “Tabi ağzıma gelen ne varsa kızarak savurdum. Lan bize niye bunca eziyeti çektirdin?” deyince: ‘Lan fena mı oldu sana bir kebap ısmarladık zaten yüzünü görmüyorduk fena mı oldu?’ deyince gözlerim doldu, özür diledim. Ama bir şartla seni affederim dedim, hesabı ben ödeyeceğim.” “ …tir lan.” dedi. “Vallahi ben de sana hüviyet falan vermem defol git, yarın erken gel.”
Aaaahhhh eski arkadaşlıklar ah… Sarılarak yarın buluşmak üzere ayrıldık. Hemen eve gittim, garip anam her zamanki gibi avlumuzun önündeki koca dut ağacının altında komşularla laflamakta. Beni görünce: “Oğlum hoş geldin hayrola bu saatte?” “Anam beni gördüğüne sevinmedin mi?” “ Tabi ki sevindim.” “Ana dedim, birazdan bir tencere su ısıt, şu gömleğimi yıka.” Anam şaşırdı. “Oğlum, niye hanımına yıkatmıyon?” deyince: “Anam sen dediğimi yap sana sonra anlatırım.
Yalnız içinde bu nüfus da yıkanacak, biraz kaynasın.” Anam başladı ahret suallerine. “Yahu ben şimdi bu garibime ne söylesem. Anam dedim. Bu gömleğe okuttum hocaya bir de muska yazdırdım. Nüfus cüzdanıyla yıkanırsa işlerim rast gidecekmiş.” Anam yüzüme ters ters bakıp:
“Lan ben seni bilmez miyim sen böyle şeylere inanmazsın şimdi bu nereden çıktı?” “Ben de anacığım yahu bir defa sorma ne olur?” deyince rahmetli anam o heybetli masmavi gözlerini gözlerime dikerek: “Lan Puşi bunda bir iş var amma neyse yarın sabah gel al.”
Tabi eşimin yurt dışına gitme kararımdan haberi olmadığından bu işi anama yaptırdım. Hülasa bir gün sonra, yıkanmaktan perişan olmuş kimliğimi nüfus dairesine verip Duran arkadaşın sayesinde yeni kimliğimi aldım. Buğday Pazarı’nda bizleri çok seven emekli Albay Ali abimizle askerlik şubesine gidip askerdeki rütbem ve terhisimi yeni kimliğe işleyip yıllık yoklamamı yaptırdım. (Eskiden 45 yaşına kadar her yıl askelik yoklaması mecburiyeti vardı.) Bir gün sonrada Mersin İş ve İşçi Bulma Kurumuna hüviyetimle yeni kayıt yaptırdım.
Arkadaşlarım: “Şanslısın on beş gün sonra Hollanda’ya tekstil işçisi alacaklar, ona göre hazırlan.” Ben: “Siz merak etmeyin ben ses sanatçısı olmadan tekstilde on sene çalıştım orası benim uzmanlık alanım.” dedim. Şimdi diyeceksiniz: “ Skoda bacaklı assolistle ne alaka?” “Ooo hem de çok alaka. Şiirimde yazdığım gibi kara bir sonbahar eylülünde imtihan, Ankara’da muayene derken ardımda gözü yaşlı genç ve güzel eşimle üç çocuğumu bırakıp 36. plağımla on iki yıllık radyo hayatımı tüm güneye yayılan sanatçı adımı gömüp Hollanda’nın yolunu tuttum.
Eee hayat bu… Yaşamımız sürdükçe tesadüfler sürprizler bitmez.
Hollanda’ya gittiğim 1973’ten 1981 yılına kadar Hollanda, Belçika, Almanya Fransa, İsviçre daha nicelerinde geçek bir kültür elçisi olarak konserler verdim. 1961 yılında Berlin’deki çocukluk arkadaşım ve aile dostlarım Hıdır Karalar, Berlin’den bana ara ara geliyordu. Beni ısrarla: “Sen de Berlin’e gel.” diye davet ediyordu. Tabi o zamanlar Berlin Duvarı yıkılmamıştı. 1980’i 1981 yılına bağlayan yıl sonu yeni yıla Berlin’de girmeye karar verdim. Yola çıktım. Bu ara ayrıntıları anlatmadan geçemeyeceğim. Kuzey Almanya’dan Hannover, Hamburg üzeri Almanya’nın doğu bloku komünist bölgesine girdim. Çok garip bir durum. Batı Almanya’yla Doğu Almanya sınırında iki tarafta Alman polisi var. Tesadüfen havalar tam bir bahar havası. Batı Alman polisi özgür, güleç yüzlü, yakası açık… Doğu Alman polisi paltolu, kalpaklı, suratı asık… Batı yakasında poliste silah bile yok. Doğu tarafta polisler silahlı ve sınır boyu tanklarla donanmış. Neyse sınırdandan komünist bloka girdik. Berlin o zamanlar ikiye bölünmüştü. Batı Berlin’e girmek için iki yüz kilometre yol aldık. Benzin almak dışnda durmak yasaktı. Yalnız her şey doğuda çok ucuzdu. Hiç unutmam benzin batıda 115 kuruş, doğuda 60 kuruştu.
Neyse nihayet Batı Berlin’e girdik. Dostlarımız bizi Berlin Gümrüğünde karşıladılar. Şaşılası bir durum. Misal olarak Türkiye’nin göbeğinde duvarlarla çevrilmiş ortasından ikiye bölünmüş bir şehir düşünün…
Tabi yıl başı yaklaştığından Batı Berlin geceleri yer gök ışıl ışıl… Şehrin evleri, binaları, dükkânları hatta bütün ağaçları lambalarla aydınlatılmış. Gerçi bütün Avrupa’nın aralık ayının ilk gününden itibaren her tarafı aydınlanır.
Arkadaşlar bilhassa Tarsuslu dostlar bizi davet yarışına giriştiler. Akşam bir Adanalı düğünü var. Beraber gittik misafir olarak bulunduğum düğünde sahneye çıardılar. Çıktığım düğünde Adanalılar ortalığı yıktılar. Tam üç bin Mark bahşiş aldım. Orkestra bin Mark, iki bin Mark da bana…
Orkestra önce bana sahne vermedi. Sonra: “Fahri Bey burada kalın size her hafta bin Mark verelim.” dediler. “İmkânsız dedim zira ben Hollanda’dan geliyorum.” İki gün sonraki düğüne gelme sözü verdim ve ayrıldık. 26 Aralık’ta Noel tatili başladı. Beni Berlin’de gezdirdikleri üçüncü günde Berlin’in meşhur Türkiye Pazarı’nda gezerken hanımlar giyim ararken ben Hollanda’da henüz olmayan video filmleri aramaya başladım bir videocuya girdim, şoke oldum. Tezgâhtaki bayan daha merhaba demeden beni kucakladı, öpmeye başladı. Allah’tan hanım başka dükkânda alışverişle meşguldü. Beni kucaklayanı görmek için söyle bir yittim. “Vaay Bavyera güzeli Ayşegül sensin ha!” diye haykırdım. Bir daha sarıldı. “Dur kız!” dedim. “Hanım görür, sonra yanarız.” dedim. “Sen ne arıyorsun burada?” dedi. Ben de : “Sana geldim.” dedim.
Hayat sürprizlerle dolu, dünya ne kadar küçük, vay be… Ceyhan aile çay bahçesi nere Almanya’nın Berlin şehri nere… İki gün beni ağırladı. “Evli olmasan seni asla bırakmazdım.” dedi. İki dükkânı vardı. Biri o zamanlar panayır gibi işleyen video ve müzik kasetleri satan diğeri de koca bir döner salonu… Bana hâlâ sevdalı Ayşegül… İşte Ceyhan’da başlayan Bavyera ses kraliçesi Ayşegül’le, Skoda bacaklı assolist Fahri Işık’ın ilginç hikâyesi Berlin şehrinde noktalandı.
FAHRİ IŞIK.