Güzel binalardan önce, güzel kentler talep etmeye başlamamız gerekli. Binamızın tek başına güzelliği, oluşan bütünün çirkinliğine katkı sağlıyorsa bunu görmeli ve fark etmeliyiz.
Her yıl dünya çapında ve ulusal düzeyde yılın en iyi 10 binası yüzyılın en iyi 100 binası tarzı listeler açıklanıyor, birtakım mimarlar ve binalar servis ediliyor, PR’lar yapılıyor. Ödüller veriliyor. Hatta bazen çevreye saygı, kent dokusuna uyum artı değer olarak değerlendirilip ödül konusu bile oluyor.
Mimarlık okurken sevdiğim bir hocam “güzel bina yoktur güzel kent vardır” derdi. İyi binayı, kent dokusuna uyan ve o dokunun parçası olmayı başarabilen, çoğunlukla kent içinde yok olabilmeyi başaran bina olarak tanımlardı. Bu tanımı genişletip; ‘kent dokusunun parçası olan ağaçların arkasında saklanabilen bina güzeldir’ derdi. Gerçekten de biz mimarlar, sitelerle sarılı, içinden otobanımsı yollar geçen kent parçalarındansa, disiplinli, birbiriyle yarışmayan binalarla örülü ve ağaçla, insanla bağ kurabilen caddeleri, sokakları hâlâ konuşurken ve yazarken daha fazla severiz. Zaten zor olan da uyumlu olanı, parçası olanı, yerine ait olanı, görünmez olanı yapmaktır.
Bu öğretinin üzerinden geçen yaklaşık yirmi beş yılın ardından iyi binanın tanımı, değişen algılar ve taleplerle birlikte kentten bağımsız başka bir şey olarak kabul görmeye başladı. Kapitalizmin taleplerinin iyice kuşattığı ülkemizde mimarlardan sürekli farklı olan, gösterişli olan, hatta kitsche varan düzeyde süslü binalar talep edilmeye başlandı. Tarihi yapı ve tarihsellik de bu düzende artık sadece farklı oldukları için kabul görüyor, ki bu yüzdendir kitsch bazen yeni binalarda bile Antik Yunan’dan girip Selçuklu mimarisinden çıkabiliyor. Devlet bile artık kamu yapılarında bunu talep eder oldu. Kent dokusu deyince de aklımıza sadece tarihi kent merkezleri geliyor. Onlar için de kurulan hayallerin başına mutlaka “turizm” kavramı getirilip, kent dokusu bu sefer sosyal doku üzerinden tümörleştiriliyor.
Özellikle büyük kentlerimizde insan olarak yaşama şansımız neredeyse kalmadı. Mutlaka birtakım araçlara, vasıtalara, güvenliğe, sonsuz dikkate ve ayık olmaya ihtiyacımız var. Otomobillerimizi bizi şehirden soyutladığı ve güvende tuttuğu için seviyoruz. Çocuklarımız sokaklarda güvenle gezemiyor, bisiklete binemiyorlar. Yaya olarak büyük bir şehirde dolaşma şansımız neredeyse yok oldu. Tek tek güzel binalara sahip olsak da bütünde bir kent kurgusu ve dokusundan bahsetmek imkansızlaştı.
Şehrin içinde yaşayıp şehre neredeyse hiç temas etmeyen başarı ve bireysellik odaklı yeni orta ve üst sınıf kentli profilinin talepleri ile yeni müteahhit profili, doğal olarak kentten bağımsız bir şekilde mimarlığın yeni terminolojisi ve kapitalizm ile doğal bir biçimde kenti, dokusunu dışarıda bırakarak kommensal bir ilişki kurdu. Bina kendini göstermeli, diğerlerinden farklı görünmeli, fark yaratmalı, duruşu olmalı, söyleyecek bir sözü, manifestosu olmalı, simgeleşmeli vs. gibi kent dokusu ile çelişen, onlarca havalı söylem dizisi getirildi ve mimarlık dünyası ile toplumun çoğunluğunda genel kabul gördü. Biz mimarlar da bu yeni terminolojiyle inşa etmeyi bazen daha kolay ve hızlı bulduk, sevdik ve benimsedik. Hatta mimarların taleplerine yetişemediğini düşünen, her şeyin sahibi bazı müteahhitler de ileriye gidip üzerine taçlar giydirilmiş binalardan, aykırı cephe düzenleriyle ve renklerle, çeşitli renkli ışık oyunlarıyla, kendi isimleri yazan koca yazılarla mimardan bağımsız, iyice süslü ve gösterişli kılmaya çalıştı binalarını. Kente uyum ve saygıdan çoktan vazgeçtik de, tarihi kent siluetlerini bile ezen bir sürü “simge” binalarla doldu şehirlerimiz.
Şehir planlama pratiği ve mevzuatlarından bahsettiğinizi duyar gibiyim, o bu yazıyla direkt bağlantılı olsa da ayrı bir tartışmanın ve yazının konusu olmaya değer.
Mimarlar mesleki anlamda içine düştükleri bu çelişkili durumun farkında olarak; “bunu ben yapmazsam zaten başkası yapacaktı” cümlesiyle başlayan etik kayma ile mimarlık adıyla işlediğimiz bu kent suçlarını içselleştirdi. Üniversite eğitimleri çoğunlukla bu pencere ile binaya ve parsele odaklandı. Cephe mimarlığı diye bir kavramı da duyduk bu yıllarda dillerde. Çünkü daha gösterişlisini daha farklısını, daha havalısını yapacağını beyan eden mimarlar müteahhitleri buldu ve ikna etti. Kentle ilişki kurmak istemeyen orta-üst sınıf kentli ile kapitalizmin talebi ile şekillenen yeni mimari sürekli birbirini besleyen, birbirinden beslenen bir ilişki ağı kurdu, gittikçe şehre dokuya duyguya yabancılaştı, içe kapandı, kendi sosyal ilişkilerini içeride yaşamaya başladı. Kentle mümkün olduğunca ilişki kurmayan yeni bir kentli modeli çıktı sahneye. Bu kentli şimdilerde şehirleri terk ediyor. Daha fazla elitlik ve içe kapanıklık istiyor. İhtiyaçlarını AVM’lerden ve büyük marketlerden karşılıyor. İşe gitmek dışında ancak yeni marjinal bir organik kahvaltıcı ya da havalı bir İtalyan pizzacı açılmışsa şehre dokunuyor. Böylece şehirden uzakta şehre ihtiyacı olmayan konsept uydu siteler oluşuyor. Şehirden tek beklentileri geniş ve hızlı yollar ile her köşe başında otoparklar oluyor.
Yeni yapılan AVM’ler bütün bu taleplerin ışığında, şehrin en güzel caddelerindeki mağazaları kapattırıp büyük vaatlerle ve uzun vadeli sözleşmelerle içine hapsedebiliyor ve buna şehri yönetenlerin sesi çıkmadığı gibi, ‘şehrimiz yatırım alıyor’ diye seviniyorlar bile. Ama sonra şehir boşalan o caddeden başlayarak kangren olmaya ve ölmeye başlıyor. (Adana’daki 01burda AVM ile Ziyapaşa Bulvarı örneği gibi). Şehir kalbinden usul usul çürümeye başlıyor. Bildiğimiz tanımlardan başka bir şeylere dönüşüyor.
https://www.gazeteduvar.com.tr/insan-yasadigi-sehre-benzer-haber-1528220