Aheste aheste yürüyüp, her adımın tadını çıkararak, Bahariye’den Çarşı’ya doğru iniyordum… Alacağımdan değil de… Merakımdan diyeyim… Bazen eski eşya satan dükkanlara girip bir şeylere bakıyor, bazen sahaflardaki kitaplara, dergilere filan göz atıyordum; bazen de hemen oracıkta bir yerlerde ateşe sürülmüş küçücük cezvelerden çevreye yayılan zalım kahve kokularına teslim olup, çöküveriyordum taburenin birine… Bu bahanelerle biraz soluklandıktan sonra, yavaştan yavaştan yeniden başlıyordum yürümeye…
Bu dayıya da o zaman rastladım… Ayakkabısını boyatıyordu.
Vakit, sabahın geç vakitlerinden öğlenin erken vakitlerine doğru ilerliyordu; hava açıktı ve ışık çok güzeldi. Ne çare ki sokak haddinden fazla kalabalıktı ve tüm İstanbul önümden akıyor gibiydi.
Ne yapıp edip bu dayının fotoğrafını çekmeliydim. Duruşundaki görmüş geçirmişlik, tavırlarındaki babacanlık, hareketlerindeki sakinlik ve tabii ki altmışlı yılların siyah beyaz filmlerinden çıkıp gilmiş gibi duran o harika tip… Kaçırmamalıydım bu dayıyı!.. Bir köşeye çekildim, anlık da olsa sokağın tenhalaşmasını bekledim sabırla. Elbette tenhalaşmadı sokak, aksine daha da kalabalıklaştı!.. Sonra bir ara ne oldu, nasıl oldu bilmiyorum… Dayının önü açıldı kısa bir an için… İşte o an, bu andı. …
Kadıköy / İstanbul
Mart 2017 ©mustafaöncül