Hakkında hiç bir şey bilmediğim Kamboçya’da kaldığım süre de yaşadıklarım, gördüklerim beni, geçmiş ve gelecek arasında düşündürürken oluşturduğum tüm duygular, dünya ülkeleriyle ve ülkemle bir bağ kurmaya itti.
Sakin, ürkek, sevgi ile bakan gözler, kocaman gülen yüzler. Vahşi, gizemli el değmemiş sindirilmesi çok zor bir ülke de kendime bir dizi sorular sordum. Bunlar hangi insanlar? Hangi koşullarda yaşıyorlar? Hangi zamandalar?
Etrafım tropik bitki örtüsü ve el değmemiş ormanlarla çevrili. Kendime, gerçekten hangi zamanda yaşadığımı soruyorum. Zaman zaman gözlerimi kapatıp gördüklerimi hazm etmeye çalışıyorum.
9.yüzyıl dan beri yaşayan medeniyetlerin içindeyim. Yoksul bir ülke. Yoksul bir ülkede pek çok insanın boş boş dolaştığı doğrudur. Fakat bu durum, insanların kültürel olarak çok çalışmak yerine tembelliği tercih etmelerinden midir? Genellikle hayır. Gerçekte ki sebeb, yoksul ülkelerdeki pek çok kişinin ya tamamen yada kısmen işsiz olmasındandır. Bu da kültürel değil ekonomik koşulların bir sonucudur.
Angkor Vat, Kamboçya da Siem Reap kentinde yer alan, Kral 2. Suryavarman adına yapılmış bir tapınaktır. Dünya Kültür mirası içinde yer almaktadır. 12. yüzyılda inşa edilmiş ancak tüm tarihi eserler gibi günümüze dek oldukça iyi korunmamış. Dünyanın 8. Harikası. Vahşetini öğrendiğim savaşın izlerini taşıyor hala. Kafası kırılmış heykeller, kurşun izleriyle dolu duvardaki kabartma resimler. Bölgedeki tek dinsel yapı olarak günümüze kadar dayanabilmiş bir Hindu tapınağı, daha sonraki dönemlerde Budist tapınağı olarak kullanılmış. Kamboçya ile özdeşleşen yapı ülkenin ulusal bayrağının üstünde de betimlenmektedir. Ülkeye gelen turistlerin en çok ziyaret ettiği bir yerdir.
Ekonomik kalkınmada kültürün rolünü, onun gerçek karmaşıklığı ve önemi içinde anlamamız gerekir. Kültür karmaşıktır ve tanımlanması zordur. Ekonomik kalkınmayı etkiler. Kültür değişmez değildir. Ekonomik kalkınma, ideolojik ikna ve belirli davranış tarzlarını özendirmek için bunlara eşlik eden politikalar ve kurumlarla takviye edildiğinde değiştirilebilir. Sözü edilen davranış tarzları, zaman içinde kültürel özelliklere dönüşür. Ancak o zaman hayal gücümüzü, hem kültürün kader olduğuna iman edenlerin haksız karamsarlığından hem de insanları farklı düşünmeye ikna ederek ekonomik kalkınmayı getireceklerine inananların naif iyimserliğinden kurtarılabilir.
Angkor Vat Tapınağın çevresinde 3.6 km uzunlunda kalın duvarlar ve hendekler dört bir köşesinde küçük, ortasında büyük bir kubbe bulunmaktadır. Tapınağın ortasında ki kubbenin bulunduğu yere tahta merdivenlerden çıktım. Dünyanın 8. harikasının tepesinden etrafı izliyorum. Uçsuz budaksız el değmemiş vahşi ormanlar ve ormanın tüm ihtişamını yeşilin perspektifi içinde izlemek, sonsuzluk duygusunu tatmak gibi birşey. ‘Angkor Thom’, ‘Ta Prahom’ ve diğer tapınakları geziyoruz. Tapınağın alanı çok büyük kocaman bir orman alanı. Turistler, tuktuklarla, motosikletle, fil safari ile dolaşıyorlar. Ben de tuktuklarla gezenlerdenim.
Ta Prahom tapınağının olduğu alanda kökleri dışarıda devleşmiş kocaman ağaçlar birbirleriyle iç içe olmuşlar. Yapraklarıyla haberleşirken çıkarttıkları sesler sanki bir müzik kutusundan dökülen nağmeler gibi.
Siem nehri üzerinde kırık dökük ahşap botla ilerliyoruz. Su üzerinde önce tek tük evler görülmeye başladı. Girişte beton direkler üzerine yapılmış bir bina. Otorite duygusunu aktaran güçlü bir yapı. Yaklaşıyoruz ve üzerinde ‘jandarma’ yazıyor. Su üzerinde ilerliyoruz. Evler sıklaştı. İki tarafımızda dizi dizi su evler ve içinde yaşayan insanlar. Çocuklar, yaşlılar, kadınlar, erkekler hepsi sofada, kalabalık yaşıyorlar. Onlar da gelip geçen botlara, içindekilere bakıyorlar. Aslında her iki taraf birbirini anlamaya çalışıyor. İnsanların, doğanın el değmemiş bu kesitinde hayatta kalma mücadeleleri, bu aşırı noktada insanların yapısı öyle güçlenmiş ki. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, erkekler hepsi su üzerinde yaşıyorlar. Balık tutuyorlar. Hepsi birbirinin aynı görünüyor. Göz göze diz dize temas içindeler.
Gerçekten hepsi birbirinin aynı mı? Onları anlamaya çalışıyorum. Düşüncelerini, duygularını! Kafam karışıyor. Duygularım karışıyor. Yine de gözlerimi onlar gibi açıyorum birşey kaçırmamak için. Elimdeki fotoğraf makinası açık bazen bir kare alıyorum. Bazen videoyu açıyorum herşeyi kaydetmek istiyorum. Doğanın hiçbir köşesine el değmemiş bu vahşi manzaranın ortasında yarı çıplak balıkçılar farklı bir dünyanın mücadelesi içindeler hep birlikte.
Aristoteles’e göre, duygudan yoksun olsaydık çevremizdeki olguların tam anlamıyla farkında olmazdık ve yaşamlarımızda pek az şey meydana gelirdi. Duygularımız değişiklik gösterir; çünkü kıskançlık, kızgınlık ve sevgi duyumlar üzerinde düşünüp taşınmanın bir sonucudur. Sağduyulu görülen bir kavrayıştır. Bu görüşün toplumsal bir yanı da vardır. Duygular aracılığıyla insanlar birbirlerinin farkına vardıklarını ifade ederler.
Richard Sennett’in,‘Otorite’ adlı eserinden, ‘bir başka kişiyle ilgili duygulara sahip olmanın öğeleri yargı ve muhakeme’ olduğunu okuyorum. Duygu her zaman insanın tam olarak angaje olduğu bir yorumlama ve dünyaya anlam verme eylemidir. Bu nedenle duygularımızdan her zaman sorumluyuz.
Duygunun toplumsal yapısını, modern toplumlarda farklı duyguların nasıl farklı biçimde oluştuğunu inceleyen Richard Sennett; otorite, kardeşlik, yalnızlık ve ritüelin toplumsal duygular olduğunu belirtiyor.
19.yüzyılın sonunda Gustave Le Bon ((1841-1931) kitle psikolojisi konusunda öne sürdüğü görüşleri ile tanınmış Fransız sosyolog) toplumun duygu analizine, toplumsal psikoloji adını verir ve bu disiplinle ilgili uslamlasını şöyle ifade eder. ‘bir yığını oluşturan bireyler kim olursa olsun, yaşam tarzları, meslekleri karekterleri birbirine benzesin benzemesin bir yığına dönüştürülmüş olmaları, her bireyin yalnız başına hissedeceği, düşüneceği, davranacağından farklı bir tarzda hissetmesine, düşünmesine ve davranmasına sebeb olan kollektif bir zihniyet kazandırır.’ Yine Gustave Le Bon; bir yığını oluşturan topluluğun bireylerini, kimyada ki belirli öğelerle mukayese ederek şöyle der. Asit ve bazlar birbiriyle temas edince, eski özelliklerinden tamamen farklı yeni özellikte ortaya çıkan bileşimler oluştururlar. Tıpkı ortaya çıkan yeni bir kollektif zihniyet gibi. Ya da toplumsal duygu gibi.
Gustave Le Bon’un dediği gibi, insanların hisleri, içinde bulundukları koşullara bağlıdır. Koşulların esiri olmak gerçekten insanların toplum içindeki yaşamlarına nasıl anlam verdikleri sorusunu akıllara getirmektedir. Kavrayışları ve kendilerini ifade edişleri aynı. Hiç bir yorumlamaya ihtiyaç yok. Bireysel çeşitlemelerden arınmış gibi. Tüm bunlar bana gördüğüm bu insanların ne tür duygusal deneyimler paylaştıklarını düşündürdü. Kısacık sürede kendimi oradaki insanların yerine koyarak duygularını anlamaya çalıştım. Empati kurmaya çalıştım. Kurmam mümkün değil. Çünkü onlarla ortak bir tarihim yok. Onlarla uzun bir süredir birlikte yaşamıyorum. Onlar doğayla bütünleşmişler. Yaşadıkları ortamı birlikte paylaşıyorlar yani, duyguları aynı. Toplumsal duygularını birlikte oluşturmuşlar.
Benim ülkemde, benim şehrimde artık çocukluğumda oynadığımız bağlar, bahçeler, çiftlikler yok artık. Erik, incir, kayısı, dut topladığım ağaçlar kesilmiş yerine kocaman binalar, AVM ler yapılmış.
Herşey yok oluyor. Yalnızlaşıyoruz kısaca. Yalnızlık, yokluk duygusudur. Kıstırılmışlık, kapana kısılmışlık ve huzursuzluk hissini daha iyi anlamaya başladım Kamboçya da. Anoloji yapmaktan kendimi alamıyorum.
Modern toplumlarda göz göze diz dize temas yok artık. Teknolojilerinin de gelişmesiyle daha dolaylı, sessiz, emir veren ve alanın gittikçe muğlaklaştığı bir örgüt biçimi dört bir yanımız da. Yeni şirket tasarımında işçi-yönetici-işveren arasındaki mesafe de sürekli arttırıldı. Otorite ve denetimin niteliği de değişti. İş yaşamı çoğu zaman bilgisayar ekranlarından yürütülüyor. Şirket içindeki hemen hemen tüm ilişkiler ve iletişim bilgisayar ekranından sağlanıyor. Bürokrasinin aşılmaz duvarlarını yıkmak iddiasındaki yeni esnek şirket türleri, teknolojiden, aşılması imkânsız koskoca bir duvar ördü. Sağır, kör ama elleri ayakları sizi sımsıkı tutan canlı bir varlıkla karşı karşıyayız adeta. Sadece iş emirleri yağıyor bilgisayarlardan ya da akıllı cep telefonlarından. Kendisini seveceğiniz ya da kendisinden nefret edeceğiniz biri bile yok ortada. Belli bir şahıs değil çünkü o. Önceden açık açık tanımlanmış işlem protokolünün bir parçası sadece. Herkes gibi, bugün var yarın yok. Toplumsal güven ve istikrar büyük yaralar aldı. Sıkı fıkı ömürlük dostluklar yok. İstikrar, güven ve dayanışma duyguları yitirildi.
Richard Sennett’in ‘ Otorite’ kitabında anlatıldığı gibi; Toplumsal duygu dört ana öğeden oluşur. Otorite, kardeşlik, yalnızlık ve ritüel. Modern toplumda bu dört duygu sorunları nasıl ortaya çıkmıştır, nasıl bunlarla baş edilmektedir? diye sorabiliriz. Otorite, eşit olmayan insanlar arasında bir bağdır. Kardeşlik, benzer insanlar arasında bir bağdır. Ritüel, eşit olsun olmasın, birleşmiş insanlar arasında bir bağdır. Modern toplumlarda bu dört duyguya ilişkin deneyimlerin sorunlu olması, sorunlu yaşanması, bu sorunların neler olduğu ve nasıl ortaya çıktığı görüldüğünde bunlarla nasıl baş edileciğide anlaşılacaktır. Bu bağların üçü insanlarla bağlar oluşturmaya dayanmıştır ve tarihsel inceleme gerektirir
Franz Kafka’nın 1919’da babasına yazdığı mektupta çocukken başından geçen bir olayı anlatır. Franz Kafka’ya göre babası yanlış bir adam, babasına göre de oğlu yanlış bir oğul olmuştur.
Franz Kafka, mektubunda bir gece susamadığı halde rahatsız etmek için su istediğini, tehditlere rağmen susmadığını bunun üzerine babasının onu gece balkona çıkardığını, orada yalnız kaldığını, bu olaydan sonra itaatkâr olduğunu fakat bu olayı asla unutamadığını, bunu da babasının kendisini sevmediğine delil saydığını anlatır. Bundan da devamlı acı çektiğini ifade eder. Babasının yaptığının iyi bir disiplin yöntemi olmadığını söyler. Uzun yıllar dinmeyen acının, babasının davranışının, Kafka’nın babası için sadece bir hiç olduğu anlamına gelmesindendir. Babasının verdiği sert ceza, onu sevmediği düşüncesi ile yıllarca acı çekmesine neden olmuştur.
Otorite bağı, güçlülük ve zayıflık imgelerinden oluşur; iktidarın duygusal ifadesidir. Hiçbir çocuk anne ve babasının otoritesine inançtan kaynaklanan güven ve bakım duygusu olmaksızın büyüyemez, buna karşılık yetişkinlerin dünyasında bunun insanı köleye çevirmesinden korkulur.
Richard Sennett yine kitabında, Hegel’in köle-efendi ilişkisi hakkındaki çözümlemesinden yola çıkarak, otoriteyi bir öteki olarak görmeyi bırakıp tanımayı, onu görülür, anlaşılır bir hale getirmenin denenmesi gerekliliğini anlatmaktadır. Otorite, tahakküm aracı olmaktan çıkartılıp diğer insanlara karşı kayıtsızlık içermeyecek bir biçime dönüştürülmelidir. Yine Hegel, mutsuz bilinçten kişinin kendi içindeki köleyi ve efendiyi tanıdığı an olarak söz eder. Artık zavallı ben yoktur, bir şekilde herkesin içinde bir zalim de vardır.
Richard Sennett, ‘Yeni Kapitalizmin Kültürü’ kitabında yeni kapitalizmin dönüştürdüğü kurumların, iş hayatının doğurduğu yeni kültür ortamında, bireylerin karşılaştıkları psikolojik ve ahlaki sorunları analiz etmiştir. Richard Sennett, 1970 sonrasında oluşan bu kurumsal değişimi ve ortaya çıkanları mercek altına almaya şu soruyu sorarak başlıyor: “İçinde yaşadıkları kurumlar parçalanırken insanları hangi değerler ve pratikler bir arada tutabilir?”
- yüzyılın ortalarından itibaren şirketler, askeri örgütlenme modellerini uygulayarak nispi bir istikrar sağlamıştır. Bu modelde herkesin rütbesi, unvanı, tanımlanmış bir görevi ve yetkileri bulunmaktadır. Sivil toplumun militaristleşmesi süreci toplumların uysallaştırılmasında çok yararlı bir işlev görür. ‘Toplumsal hiyerarşide bir konumu olduğuna inandırılan işçi, kendini hiçbir yere oturtamayan işçiye göre çok daha az tehlikelidir. Ussallaştırılmış bürokraside mevkisi tanımlanmış birey, uysallaştırılmış bireydir. Toplumsal kapitalizm olarak adlandırılabilecek şeyin kurucu politikası işte buydu.’ Bunun en önemli faydası da bürokrasinin piyasaların istikrarsızlığı önünde bir engel olmasıdır. Çünkü kârın sürekli kılınmasının yolu istikrardan geçer. Yine eser de, Richard Sennett şöyle ifade eder:’Yeni ekonomi bu bürokratik hapishanenin parmaklıklarının koparılmasıyla insanların daha özgür olacağı iddiasını taşıyordu. Oysa örgütsüz kapitalizmde kurumlar yeniden yapılandırılırken merkezileşmiş iktidar da yeniden biçimlendirildi. Merkez ile çevre arasında bürokratik olmayan bir hiyerarşinin kurulmasıyla otorite zayıflatılmış gibi görünse de, aslında iktidarın gücü azalmadı. İktidar sadece daha az görünür oldu, perde ardına gizlendi; elbette gelişen teknoloji sayesinde.’
İstikrar, güven ve dayanışma duygularını yitirmekle çalışanlar yüz yüze. İş arkadaşlığı çoğu zaman gerçek bir arkadaşlık değil artık. Başka ortamlarda iyi dost olabilecek insanlar, şirket içi rekabetin acımasızlığı içinde gizli rakiplere dönüşüyorlar. Suni davranışlar, sahte gülüşler, takdir ve övgülerdeki samimiyetsizlik. Toplumsal güven ve istikrar büyük yaralar aldı. Sıkı fıkı ömürlük dostluklar yok artık.
Esneklik, beraberinde kişisel ve toplumsal bütünlüğün ciddi derecede tahribatını getirdi. İlişkiler kırılganlaştı. İstikrarsızlık ve güvensizlik bireylerin ruhlarında kök saldığında, bütüncül ve dengeli bir kimlik ve karakter oluşumu zorlaştı.
Richard Sennett’in kitabı hakkındaki kendi özeti şöyledir.“Yeni kapitalizmin havarileri üç konuyu -iş, yetenek, tüketim- kendi ele alış biçimlerinin modern topluma daha fazla özgürlük kattığını iddia ediyor. Bu insanlarla aramdaki çekişme onların ‘yeni’ yorumunun doğru olup olmadığı konusunda değil; kurumlar, beceriler ve tüketim kalıpları gerçekten değişti. Benim iddiam, bu değişmelerin insanları özgürlüğe kavuşturmadığı.”
Bu yeni kültür ortamı ideal insan tipini de değiştirdi. İnsanlara, kendilerini sürekli yenilemeleri, potansiyellerini arttırmaları sağlık verilirken Richard Sennett, ‘Bu kurala uymayanlara yer yok artık iş yerlerinde’ diyor.
Richard Sennett’in ‘Karakter Aşınması’ kitabında bahsettiği gibi; Modern iş yerine ait olan kısa vadeli davranışlar artık iş hayatını kısalttığı gibi aile hayatlarını kısaltıyor. Aile ve iş arasında yaşanan bu gerilim çalışanların karakterini de etkiliyor. Aşınmaya verilen tepkiler korunmacılığı da beraberinde getiriyor. Muhafazakar değerlerin savrulmasını engellemek için kişi kendi iradesini fazlasıyla öne çıkararak direnmeye başlıyor. Geleceğe dair duyulan kaygı, belirsizlik, istikrarsızlık tarihin belli dönemlerinde hep olmuştur. Ancak yaşadığımız bu dönemde, belirsiz ve değişen koşullar karşısında gittikçe artan kaygılar çok büyüktür. Kariyer yapmak yok artık. Kapitalizm insanları sürekli iş değiştirmeye zorluyor. Çalışanlarda kaygılar artıyor. Kapitalizm, “serbest girişim”, “özel girişim” gibi çeşitli dolaylamaları yerini günümüzde ESNEKLİK söylemine bıraktı. İnsanlar risk almaya itelenirken daha fazla özgürlükle kandırıldılar. Savunulan özgürleştirici etkisinin aksine, esnek kapitalizm anlaşılması oldukça zor olan yeni kontrol biçimleri dayatılıyor.
Kitab da ana tema, esnekliğin çalışanların karakteri üzerindeki etkileri nedir? İlişki halinde olduğumuz çevremizdeki insanlarla aramızda oluşan etik değerler kişiliğimizi oluşturur. Karakterimizi kendimiz oluştururuz. Dünya ile bir bağ kurarız özelliklerimize göre. Özelliklerimizi biz seçeriz, yaşarız ve yaşatırız. Sürüp giden bir edimdir. Uzun vadeli perspektifte bir çaba olarak kendini gösterir.
Yeni kapitalizm ise uzun vadeli planları reddeder. ‘An’a odaklanan bir toplum yaratılırken, hangi özelliğimizin kalıcı olmasını sağlayabiliriz? Kısa vadeye kilitlenmiş yapı içinde kendimizi nasıl uzun vadeli hedeflere yönlendire biliriz? Her an yeniden şekillenen kurumlar karşılıklı sadakat, bağlılık nasıl sürdürülebilir? İşte tüm bunları bize dayatılan esnek kapitalizmin karakterimizi bozan karşımıza çıkardığı sorunlardır.
Rutin çalışmalar, rutin evden işe-işten eve gidip gelmeler, Adam Smith’in dediği gibi insan zihnini köreltmektedir. Diderot ise, iş hayatında ‘ezberleyerek öğrenmenin gerekli ve öğretici’ olduğunu ifade etmektedir. Çalışanın bilgileri tekrarlar yoluyla beynine depolayabileceğini ve istendiğinde kullanabileceğidir. Diderot tekrarın önemini endüstriyel yaşamda ki değerinide anlatmaya çalışmıştır. Adam Smith, çalışma hayatının zaman odaklı düzenlenmesi ve üretimi arttırmak için yapılan iş bölümlerinin çalışanların hayatlarını doğrudan etkilediğini gözlemlemiştir. İnsanların saatler boyunca aynı küçük ayrıntıyı tekrar tekrar yapmaları onların zihinlerini körelten öldüren bir edime dönüşmeye başladığına dikkat çekmiştir. Tekrara dayalı işin insanı pasifleştirdiği ve insan karakterinin derinliğini yok ettiğini ifade eder. Karakterini geliştirmek isteyen kişinin rutinden kurtulması gerekir. Günümüzde rutin konusunda tarihsel bir ayrım noktasına gelmiş bulunuyoruz. Yeni çıkan esneklik söylemi kapitalizmin en dinamik sektörlerinde rutine karşı savaş açmıştır. Çalışanların büyük çoğunluğu hala fordist üretim modellerine göre çalışmaktadır.
Adam Smith ve Karl Marx’ın rutin zamana beslediği korkular fordizmle çağımıza geçmiştir. (Fordizm: Geçen yüzyıl boyunca en baskın olarak kullanılan üretim yöntemidir. 1920’li yılların başında uygulamaya konan yöntem, vasıfsız işçilerin bir üretim bandı oluşturduğu, kitle üretimi ve kitle tüketimi üzerine kurulu bir sistemdir. Her bir işçi üretim bandında çok küçük ve vasıfsız bir işle görevlendirilmiş olup, bütünün (yani üretilen ürünün) ne olduğu konusunda bilgisizdirler. Önceleri Antonio Gramsci tarafından amerikan endüstriyel yaşam biçimini belirtmek için kullanılmış, daha sonra literatürde fordizm kavramı, kavramsal olarak kapitalist endüstrileşmenin daha çok 2.dünya savaşı sonrası gelişimiyle ilgili olarak kullanılmıştır.)
Yeni ortaya çıkan esneklik olgusu taşıdığı bütün risk ve belirsizliklerle, bizi yaşama daha müdahil kılması mümkün olacak mıdır?
Modern esneklik içinde gizli olarak var olan iktidar sistemi üç ögeden oluşur. Kurumların kökten dönüşümü, üretimde esnek uzlaşma ve iktidarın merkezileşme olmadan yoğunlaşmasıdır. Bu üç öğenin nasıl bir araya geldiğinin anlamanın yolu, işyerinde zamanın organizasyonuna bakmaktır. Esnek zaman kadınların çalışma hayatına kitlesel katılımı ile oluşmuştur. Örneğin, ABD de, 1960’da çalışan kadınların % 30 u ücretli emek gücüne bağlı,1990’da % 60 ı ücretli emek gücüne bağlıydı. Kadınların daha çok esnek zamanlara ihtiyaç duyuyor olması onun tam zamanlı anne olmasındandır. İş gücüne orta sınıf kadınların katılması, hem tam zamanlı hem yarı zamanlı işlerin esnek çizelgelere bağlanması yeni yeniliklerin önünü açmıştır. Bugün bu esnek çizelgelerden erkeklerde yararlanmaktadırlar. Geçmiş dönemlerde risk almak, kişinin karekterinin sınandığı bir test gibiydi. Artık, risk alma isteği, kitleler tarafından her gün omuzlanması gereken bir zorunluluk oldu. Risk alma edimi şimdinin olasılıklarının keyifle hesap edilmesinden farklı bir şeydir.
Risk matematiğinin hiçbir garantisi yoktur ve risk psikolojisi de mantıklı bir biçimde, kişinin kaybedecekleri üzerine yoğunlaşmıştır. Risk her şeyden önce bir pozisyondan diğer bir pozisyona geçmektir. Bugün bunun yaklaşık %34 i zararlı, %28 i kazançlıdır. Bir kuşak önce bu tam tersi olmuştur. Başka bir şirkete geçmek aynı şirkette terfi etmekten bir miktar daha karlıydı. Ancak o dönemde şirket değiştirenlerin sayısı günümüzden daha azdı. İş güvencesi ve şirkete bağlılık gibi etkenler insanları yerinde tutuyordu.
Günümüzde, geçmiş deneyimlerin derinliğinin en fazla saldırıya uğradığı alan iş etiğidir. Modern iş etiği takım çalışmasına odaklanır. Başkalarına karşı duyarlı davranmayı savunur. Takım çalışması, esnek bir ekonomi politiğe uygun bir iş etiğidir. Takım çalışması sığlığın grup halinde yaşanmasıdır. Bireyi değil grubu esas alan bir etik olan takım çalışması, kişinin yüceltilmesi değil, üyeler arasındaki karşılıklı uyuma vurgu yapar. Takımlarda zaman esnektir. Uzun yıllar süren bekleyişler değil, belirli ve kısa sureli görevlere göre ayarlanır. Ancak takım çalışması beraberinde modern işyerini hakimiyeti altına alan sığ ilişkileri getirir. Modern ekonomiler, ekonomik faaliyetin akılcı biçimde organize edilmesini gerektirir, ki bu da insanların daha sonraki dünya algısını değiştirir.
Son dönemlerde pek çok kişinin geri kalmış ülkelerle ilişkilendirdiği ‘günü gününe yaşamak’ veya ‘tasasız’ olmak da ekonomik koşulların sonuçlarıdır.
Takım çalışma ruhu, bütün ironileri beraberinde getirirken, güç ilişkileri, dünyevi çileciliğe dayanan eski iş etiğinin kişisel sorumluluk anlayışından çok farklıdır. Klasik iş etiğine iyi gözle bakılmadığı gibi, yeni dönemde oluşan takım çalışmasının masalları ve icat ettiği cemaat de sempatiyi hak etmemektedir.
Güven, karşılıklı sorumluluk ve bağlılık cemaatçilik ‘komüniteryanizm’ tarafından sahiplenilmiştir. Güven ve bağlılığı sahiplenme biçimi epey sorunludur. Cemaatin gücünün kaynağının birlik duygusu olduğu ve cemaatin içinde çelişkiler belirdiği zaman sosyal bağların tehlikeye düşeceği düşünülür. Daha gerçekçi bir bakış, Lewis Coser tarafından bulunmuştur.Lewis Coser, sözlü ihtilafların insanları birbirine sözlü anlaşmalardan daha çok bağladığını söyler. İnsan iletişim kurmak için daha fazla çaba sarf eder ve anlaşmaya varılsa da ilişkinin temeli belirginleşmeye başlar. Farklılıklar birbirini dinlemeyi ve tartışmayı öğrenmesiyle ihtilafın yaşandığı ortam giderek bir cemaate dönüşür. ‘Biz’ zamirinden çekinen esnek kapitalizm, örgütlü karşı duruşlardan çekinmekte her türlü kalıcı, sürdürülebilir davranış biçimini inkar etmektedir.
Ahmet Alpay Dikmen, ‘Makine, İş, Kapitalizm ve İnsan’ kitabında günümüzü ve bireylerin karşılaştığı durumu şöyle anlatmaktadır.. ‘Günümüz bireyin körleştirilerek görmesi çağıdır. Gördüğümüz aydınlık gerçeği bizden saklar. Gözümüze neon ışıkları verilir, geçici bir körleşme yaratılır; bu körleşme sayesinde iktidarın araçları hayatımızın en kritik noktalarına yerleştirilir. Dolayısıyla yönetimi ve iktidarı birbirinden ayırmadan tartışmak gereklidir.
Yönetimin teknik olarak sunulan gerçekliği bizim körleşme noktalarımızdan birisidir ve teknik olanın soğukluğunda baskın ideoloji ve iktidarın araçları gizlenir. Çağdaş yönetim yazını da kendisini tam bu noktada meşrulaştırır. Teknik doğrular, verimlilik ve etkinlik arayışları, şeffaflık, hesap verebilirlik vb. kavramlar teknik doğrular olarak bizlere sunulurken, daha sahici bir hikâyenin bin bir surat militanları olduklarını görmemizi engellemeye çalışırlar.’
‘Biz’e soruyorum. Gözümüze sürekli tutulan neon ışıklarından kurtulabilecek miyiz?
Yeni kapitalizmin havarilerinin ifade ettiği iş, yetenek, tüketim konularını ele alış biçimlerinin modern topluma daha fazla özgürlük, akıcı bir özgürlük kazandırdığı, Zygmunt Bauman (1925-Polonya doğumlu, sosyolog ve filozof)’ın deyişiyle, ‘akışkan bir modernlik’ kattığı iddia edilmiştir. Kurumlar, beceriler ve tüketim kalıpları değişirken gerçek olan bir şey vardır. Bu gerçek de insanlara dayatılan değişimlerin insanları özgürlüğe kavuşturmadığı gerçeğidir. Akışkan modernlikle birlikte insanlığa kör-sağır, güvensiz-istikrarsız bir dayanışma kazandırılmıştır. İnsanı insan yapan tüm değerler, kapitalizme kurban edilmiştir.
Salime Kaman
KAYNAKÇA
Richard Sennett, Otorite, Ayrıntı yayınları, İstanbul,2011
Richard Sennett, Karakter aşınması, Ayrıntı yayınları, İstanbul,2013
Richard Sennett, Yeni Kapitalizm Kültürü, Ayrıntı yayınları, İstanbul, 2009
Ha-Joon Chang, Sanayileşmenin gizli tarihi, Epos yayınları, Ankara, 2009
Ahmet Alpay Dikmen, Makine, İş, Kapitalizm ve İnsan, , Tan Kitabevi Yayınları, Ankara, 2011