Son araştırmalara göre, insanın atası yaklaşık kırk küsur bin yıl önce, tuval ettiği mağara duvarlarının pütürlü zeminiyle yüzleşmiş. Ve oraya attığı çizgileri çoğaltarak renklendirmeye başlamış. Yaşama dair kaygılarından arınmak için bu eylemi gerçekleştirirken, uzaya giden yolun temeline ilk harcı koyduğunun farkında bile değilmiş.
Yazmadan, konuşmadan çok önce resimler yapmışız, sergiler açmışız; mimarisini, duvar örgüsünü, doğanın nefesiyle katlandırdığı taşların yüzeyinde. Boyamız kan olmuş, toprak olmuş, bitki kökü olmuş. Yarını görmeden bugünlere yön vermişiz, ta o zamanlar! Geleceği bilmeden yarınların kabuğunu kırmışız.
Artık, deneyimlenen ve gelişen beynimizle gökyüzüne çizikler atıyoruz. Uzayın karanlık dehlizlerine gemiler gönderip adresler arıyoruz. Doyumsuz korsanlar gibiyiz; bu dünya yetmiyor bize. Bir gün güneşe ulaşıp tankerler dolusu su dökersek, kimse şaşırmasın. Maviye yapışık alevli topaktan çıkan nemli dumanlar, insanoğlunun başyapıtı olur o vakit. Bir tabloyu izlerken, eriyip gitmenin mazoşist keyfine ulaşmışız demektir.
…
Düzeyli ilk çizgilerini bundan 41 yıl önce, bir suntanın üzerine, umutlu bir heyecanla attı yüreğim… Yarınlarıma giden bir uçak bulmanın hazzıyla yakma resimler çizdim. Kahverenginin tonlarıyla oynadım yıllarca. Kalemim havya oldu, boyam ateş. Dağladım gittim, önüme çıkan “her şey”i.
Yıllar sonra bir de baktım ki umutlarım tutuşmuş, yüreğimde yangın var. Ne yapıyorum, dedim kendi kendime! Kahverenginin nüansında gezinen gözlerimin kızardığının ayrımındaydım artık. Sana renk değil renkler gerek, dedi düşüncelerim; sadece boyasızlığının türünü değiştir! Pigmentlerin yağlısına sulusuna bulandım sonra… Bitimsiz arayışların içinde fırçamı yordum. Bir başka zemine tutkallandım böylece.
…
Ama ben bilmeden cümlelerdeki rengi sevmişim, şiirlere sevdalanmışım da, bihabermişim. Daha doğrusu haberim varmış da, halının altına süpürmüşüm; kelimeler kıvranır dururmuş, kendi birikmişliğinde.
Bunu nasıl mı anladım?
Bir yürek sancılanırsa ilaç arar… Umarsızlığa itilmişse, mağara duvarlarına koşar. Eğer eylemlerin gücü yetmiyorsa, sözlerin dizimine akar. Resim artık satırların çizgisiyle şekillenir. Boya yürek kutusunda vardır zaten. Canevindeki deprem tüm bentleri yıkar.
Ve birikmiş kelimeler taşar, taşar, taşar… Vakti gelince her sayfa yeniden başlar.
40.000 ya da 40… İnsanlar ya da sadece bir insan…
Yaşam genellikle, tekdüze atmosferin içinde, gidecek başka bir mekân ararken yolunu kaybediyor. Ve o sisli yoldaki endişeleriyle yüzleşirken, belli bir zaman dilimindeki soluğunun seyrini doğru belirlerse, düşünce ve duyguları en etkili reçeteyi yazıyor.
Ve güneş hep aynı yerde yanıyor; ama alevleri adres sormuyor.
Hesapsız vakitlerde bozukluk olmak istemiyor insan. Taksitlerini kâbuslarla ödediği ömrünün gecelerinde, en naif düşlerini saklayabileceği örtüye sarınıyor.
Yaşadığı her anı ederinde bulmak, gündüz yangınlarını kırık gece yakamozlarında söndürmek…
Güneşe avuçlarını uzatıp terli mavi boşlukları içmek istiyor insan.