Mehmet Yaltır ile İlk 11 İlişkileri Üzerinde Konuştuk

Yaltır A.Ş Genel Müdürü, sahibi ve Silifke Çilek Üreticileri Birliği Başkanı Mehmet Yaltır; aynı zamanda Adana’nın genel sorunlarına gösterdiği ilgi, tarım toplantılarında liberal görüşlerini net bir şekilde toplum içinde paylaşan, sorgulayan, çözüm öneren yaklaşımıyla benim kuşağımı etkileyen bir kanaat önderidir.

Kendisiyle Adana’nın önemli kurumlarının ve Adana tarımının ilk 11 ilişkilerini ile son dönemde yeniden gündeme gelen üretici birliklerini konuştuk. Mehmet Yaltır; geçmişten günümüze Adana’nın değişen sosyoekonomik görüntüsünü değerlendirdi. Kurumların paydaş ilişkilerinin özlenen şekilde olamamasının, aile şirketlerinin içinde bile bu sorunu çözememiş olmamıza da bağladı. Şehre yeni dönen gençler üzerinden umutlu olduğunu, vazgeçme lüksümüz olmadığını belirtti: Mücadeleye devam, dedi.

 

Kemal Erdoğan: Mehmet bey, sizinle daha önce de konuşmuştuk. Bizi tekrar kabul ettiğiniz teşekkür ederim. Biliyorsunuz futbolla bir şeyi anlatmak daha kolay oluyor. Ben de ilk 11 kavramından esinlenerek, tarım sektörünün ve genel olarak Adana’nın ilk 11’leri üzerine konuşalım istiyorum, ilk 11 kurumları, sorunları, başarıları ne dersiniz?

Mehmet Yaltır: Elbette, siz de hoş geldiniz. Önce Adana’dan başlayalım isterseniz. Biz Adanalıyız. Ben Ceyhan’da doğdum ama çocukluğumda Ceyhan’dan ayrıldım yatılı okudum. Sonra da zamanım hep Adana’da geçti. Dolayısıyla Adana konusu açıldığı zaman “Adana eskiden şöyle iyiydi eskiden böyle iyiydi şimdi öyle değil” deniliyor ve konu buraya geliyor değil mi?.Ben kendimce buna ne kadar katıldığımı veya niye böyle olduğunu hep düşünmüşümdür. Doğrudur aslında Adana 1950’lerde 60’larda 70’lerde Türkiye’de en önemli ilk 4 kentin içinde… Hatta sanayi hamlesi sırasında bir ara İzmir’i yakalıyor, neredeyse üçüncü olacak, böyle bir görüntüsü vardı Adana’nın. Gerek kültürel olarak, gerek sosyal olarak Çukurova Üniversitesi’nin açılmasıyla eğitim ayağında da Türkiye’nin önemli bir merkeziydi. Ancak kentin bu konumunu 80’lerden sonra yavaş yavaş kaybettiğini ve sıralamada aşağılara düştüğünü görüyoruz. Bunun tabii birkaç sebebi var bana göre.

Benim birinci sıraya koyduğum sebep, tarım. Bütün dünyaya baktığımız zaman ekonomik gelişme önce tarımda oluyor. Çarpıcı bir örnek vereyim. 1900’lerin başında, tarımın en önemli sektör olduğu yıllarda, Arjantin ekonomik anlamda dünyanın önde gelen altı yedi ülkesinden birisiymiş. Şimdi Arjantin çok aşağılarda. Adana da tarımın ekonominin sürükleyici sektör olduğu dönemde, 1950’lerde özellikle, büyük önem taşıyordu. Oradan sanayileşmeye geçilirken Adana yeni bir hamle yaptı ve o zaman özellikle tekstil, yağ gibi tarım ürünlerini kullanan sanayinin revaçta olduğu dönemlerde, yine bu hızla gelişimine devam etti. Ama 80’lerden itibaren dışa açılma politikalarının gelişmesiyle bütün dünyada da gördüğümüz gibi hizmet sektörünün öne çıkması yani finans, sağlık, eğitim, perakende, turizm gibi sektörlerin öne çıkmasıyla tarım geriledi. Şu anda dünya ekonomisinde hizmet sektörünün payı belki yüzde 70’leri buldu. Sanayi yüzde 20’lerde, tarım yüzde 3’te, yüzde 5’te, yüzde 10’da bile değil. Böyle olunca bu genel konjonktürde tarımın ağırlığının azalmasından dolayı da Adana biraz geriledi. Bu genel bir tablo. Bunu Amerika’daki bazı şehirlerde de görebiliriz, Avrupa’da da görebiliriz. Her yerde görülebiliyor, bu bir çeşit elimizde olmayan genel gelişme.

İkinci sıradaki sebep ise ülkemizdeki teşvik politikaları. Biliyorsunuz, 80’lerden sonra Türkiye’nin teşvik politikaları sanayi için Adana’nın doğusuna yani Maraş, Antep gibi illere, turizm için de Adana’nın batısına hatta Mersin’in bile batısına yöneldi.

Bunlar zaten zengin teşvik etmeye gerek yok düşüncesiyle de belki.

Evet, dediğiniz gibi oldu. Dolayısıyla yapılan teşviklerle sözünü ettiğimiz iller gelişirken Adana ne turizmde ne sanayide yeterli gelişmeyi sağlayamadı ve bu alanlarda nispi olarak geri kaldı.

Üçüncü sebep ise Adana’da beraber iş yapma kültürünün diğer şehirlere nazaran maalesef daha az gelişmiş olması. Yani ailelere bile bakıyoruz ikinci nesilde çabuk bölünüyor. Ailelerin bile bir arada yapamadığı yerde ortaklıkların yürümesinin ne kadar zor olduğunu takdir edersiniz. Mithat Özhan hocamız bana şöyle bir şey anlatmıştı: “Ben üniversitedeki biyolog hocalarıma rica ettim. Şu Adanalı genine bir imkân var mı acaba beraber iş yapma kültürünü aşılasak? Bir çaresi var mı buna bir baksak?” demişti. Yani bu kronik bir sorun. Kaynakları nerdedir, nasıl çözülür derseniz bu ayrı ve uzun bir konu. Ama bana göre Adana’nın ana sorunları, bunlar.

 

İlk 11’in bu sorununa bakınca, bazı sektörlerde iki farklı algıyla karşılaşıyoruz. Bir tanesi “yapıyoruz yapıyoruz olmuyor” gibi bir geri çekilişi, bıkkınlığı yansıtırken, bir diğeri daha az olmakla birlikte daha umutlu “iyi gidiyoruz, yapıyoruz” deniyor. Bu tarafı nasıl artırabiliriz, birlikte verimli çalışıp yol katedebilme konusunda ne yapabiliriz?

Bizim genel sıkıntımız şu: Çok toplantı yapıyoruz. Benim kütüphanemde toplantı notları, konferans kitapları, yazılar, özellikle tarımla ilgili, belki binlerce kaynak var. Bir toplantıya çağırıldığım zaman ben bu konuda daha önce ne yapmışız diye bakıyorum. O konuyla ilgi notları ya da kitabı alıyorum elime görüyorum ki, konuşmuşuz, hatta bazı çözümler de üretmişiz. Sonra toplantıya gidiyorum, bir bakıyorum ki bıraktığım yerde duruyor. Ben bunun sebebini kendime göre şöyle düşünüyorum. Biz her toplantının sonunda, bu toplantıda ne karar verdik, neler yapacağız. Özet bir şekilde ve olabilecek şeyleri yazarsak. Çok genel, şunu da yapacağız, bunu da yapacağız diyen manifesto gibi bir şey değil yalnız, çünkü ne kadar iyi niyetli olursanız olun ondan bir sonuç çıkmıyor. Ama somut şekilde, olabilecek şeyleri yazıp yanına kim yapacak, ne zaman yapacak, ne zaman netice alacak diye yazarsanız işin takibi de kolay olur. Bunu yapmadığımızdan bence yani bir aksiyon planına dönüştüremediğimizden, biz toplum olarak konuşuyor konuşuyor orda kalıyoruz. Sahipsiz iş olmaz, dikkat edin nerede aksiyon planına dönmüş, iş sahiplenilmiş ve somut bir hedefi var, bunlar neticeye ulaşır. Yani ana sorun biraz da burada yatıyor, biz bunu yapamıyoruz.

Benim gördüğüm, bu röportajlardan çıkan bir eksik de, bu söylediğiniz tarafında işin medyası yok. Yani önemli paydaşların ilişkilerini takip eden ve bunun nasıl gittiğini, süregeldiğini eleştiren bir medya yok. Bu da ciddi bir eksiklik.

Elbette, ama bir de şöyle düşünelim. İlk 11 bunun medyaya aksetmesini istemiş olsa akseder. Demek ki medya istenmiyor. Çünkü medya dediğiniz şey toplumun aynası. Toplumda olmayan bir şeyi medya nasıl aksettirecek. Olursa aksettirir.

Üstelik, günümüzün iletişim kanalları, sosyal medyası o kadar yaygın bir hale geldi ki; bilişimi, iletişimi… Yani bu işin koordinasyonunda medyayı daha ciddi bir şekilde kullanabiliriz. Ama bence bu ilk 11 ilişkisi bir sorun olarak görülmüyor.

Belki evet. Ama belki şundan kaynaklıdır diye düşünüyorum; çok sevdiğim bir laf vardır: “Marifet iltifata tabidir” diye. Yani biri bir şey yaptığında, ona iltifat ederseniz bir başkası da bunu görüp “demek ki iltifat ediliyor böyle bir şey yapıldığında, o zaman ben de yapayım” der. Şimdi Adana’da iltifat etmek biraz az. Yani birisi iyi bir şey yaptığı zaman biz genelde “aman ne iyi yapmışsın!” diye onu yüceltsek biraz başkaları da daha kolay çıkar. Orada biraz Adanalının genel karakter eksikliği olabilir.

Mesela tarımı ele alalım. Baktığımız zaman çiftçi örgütleri, çiftçi birliği, tahıl birliği, ADATÜB, ziraat odaları, üniversite de ciddi bir insan kaynakları, tarım il müdürlüğü ve ticaret borsası, ticaret odası… Bu önemli paydaşların; yıllardır artık belli olan tarımın ilkbahar, yaz, sonbahar akışındaki sorunlarıyla ilgili bile ortak bir programları yok. Ancak bir okazyon olduğunda, bir sorun çıktığında bir araya geliyorlar. Bakan geldiğinde bir araya geliyorlar. Örneğin TARBİL istasyonları; biliyorsunuz… Bakanlık geldi, binlerce dolar harcadı. Biz TARBİL’i çiftçiye birkaç eksiği ile kullandırabilecekken, önder çiftçilere bile kullandıramadık. Yani bu konuda benim de yaptığım bir iki toplantı neticeye ulaşmadı. Ortak menfaatimiz için bir araya gelmek niye bu kadar zor?

Şimdi tabi şöyle. “Biz genel olarak örgütsüz bir toplumuz” diye bir inanış var. Örgüt dediğimiz zaman biz her şeyi birbirine karıştırıyoruz. Şimdi mesela örgütlenelim dediğimiz zaman insanlar diyor ki “benim malımı satacak mı?” Mesela bir tarım örgütü konuştuğumuz zaman. Doğrudur yani bir örgüt lazım ama örgütlerin farklı fonksiyonları olduğunu öncelikle bir kabul etmemiz lazım. Çiftçi olarak baktığınız zaman iki tür örgüte ihtiyacı var çiftçinin. Bir ticaretini yapacak örgüt. Yani bu şahsi firması da olabilir, anonim şirket olabilir çok ortaklı veya küçük küçük üreticilerse kooperatif olabilir. Ama çalışan kooperatif. Kaymakamın kurdurduğu kooperatif değil yani tepeden inme kooperatif değil. Onunla ilgili de bir hatıram var yeri gelmişken bir parantez açıp anlatmak isterim. Bir toplantıda aynı bu şekilde söyleyince en önde de kaymakam oturuyormuş. Arada birisi geldi dedi ki “Kaymakam sana çok kızdı” “Ne yaptım?” dedim. Böyle böyle dedin. Hemen gittim dedim “Kaymakam bey ben sizin kaymakamlık müessesesini kast etmedim. Sadece tepeden inme yapılınca yani üretici bunun kendine bir şey katacağının farkına varmayınca yürümüyor. Onu demek istedim” diyerek açıkladım. Konumuza dönecek olursak, şimdi bir ticari örgütü kurması lazım. Bu ister firma olur, ister anonim şirket. Ticareti ancak burada yapabilir. Çünkü ticaret, üretim bunlar riskli işlerdir. Riski de herkesle beraber paylaşılamaz. Bir araya geleceğin güvendiğin insanlarla bu riskleri paylaşabilirsin. Bir de ticaret ve üretimin dışında ama ortak menfaati takip edecek olan örgütlere ihtiyaç vardır. Burada dünyadaki örneklere de baktığımız zaman iki tür örgüt görüyoruz: Birincisi mesleki örgüt. Bu ziraat odasıdır mesela. Ziraat odası ne yapar? Daha çok devletle olan ilişkileri devletle ilgili kayıt tutma, devletle muhatap olma gibi fonksiyonları yapar. yarı resmi bir kuruluştur. İkinci tür örgüt ise bütün dünyada ya dernek olarak kurulmuş veya daha çok ürün bazında üretici birliği olarak kurulmuş, her ürünün kendi meselesini ele alıp buna çözümler arayan örgütlenmelerdir. Şimdi örgütlenmeler Türkiye’de de kuruldu diyeceksin. Evet kanun çıktı, 15 sene oldu. Kurucularındanım ben ADATÜB’ün. TÜYED derneğimiz vardı o zaman “aman ne iyi biz bunu birliğe dönüştürüyoruz” dedik. Ama yapılması gereken şeyler var. Biz bunlar için adeta çırpındık. Dedik ki, bu birliğin finansmanının olması lazım. Bir mali gücü olsun ve bunu biz devletten beklemiyoruz, istemiyoruz. Üreticinin kendinden bir havuza aktarılarak küçük küçük paylardan bu oluşsun. Az veya çok, böyle bir kaynağın buraya aktarılması lazım. İkincisi buna üye olmanın mecburi olması lazım. Yani gidip de devlete ben narenciye üreticisiyim ya da turunçgil üreticisiyim diyen kişilerin turunçgil birliğine üye olma mecburiyeti bulunmalı. Üçüncü olarak bunların ticaret yapmaması, ticaret dışı arge, promosyon gibi işleri de özellikle yapması lazım. Şimdi neden böyle. Çünkü örneğin üniversite araştırma yapacak veya ALATA araştırma yapacak. Şimdi bir deyim vardır “el elin eşeğini türkü çağırarak arar”, malın esas sahibi neye ihtiyacı varsa onun peşine düşecek, üniversiteye de o gidecek, ALATA’ya da o gidecek, benim şöyle bir konuda sıkıntım var bana bir araştırma yap, al sana bu kadar da para diyecek.

Ama bu saydığımız örgütlerin öyle bir maddi kaynağı yok.

İşte bu kaynak öyle durup dururken verilmiyor. Bununla ilgili bir siyasi mücadele lazım bir noktada… E bunu da yeterince verdik mi? Veremedik. Şimdi bu gerçek görüldü, tekrar bir pilot çalışma yapılıyor Mersin’de. Acaba nerede sıkıntımız var, diye. Bu üretici birlikleri kurulursa başka bir yerin kaynağı buna mı gider, gibi düşünceler oluşuyor. Hâlbuki başka örgütlerin kaynağından bir şey alacak değil. Sanki ziraat odasına hasımmış gibi falan algılanıyor. Öyle bir şey de yok. Bunlar birbirini tamamlayan örgütler. Bir kısmı da bunlara aman ticaret yapsın diye bakıyor. Ticaret yapan birlikleri biz yaşadık, işte hâlâ devam ediyor. Çukobirlik var, Tariş var. Yani bunların adı da birlik… Bunlar esasında ticaret yapan birlikler. Başarılı mı? Bir dönem evet… Ama bir dönem, sonra değil. Bana göre; ticaretin riskleri, ticaretteki diğer faktörler sebebiyle ticari işletmelerin böyle bir üretici birliği olarak yürütülmesi mümkün değil. Ticari kuruluşlar adı üzerinde ticari örgütlenmeyle yürütülmeli. Ortak menfaati yürütecek olan birlik ya da adı her neyse bunlar bütün ilgililerin üye olduğu örgütlerdir. Orada da o meslekle ilgili çalışmaların yapılması lazım.

 

Siz söyleyince aklıma eski günler geldi, ilk üretici birliklerinin kuruluşu. Şimdi tekrar ele alınıyor diyorsunuz inşallah bu sefer içine para koymayı unutmazlar. Çünkü yetki ve sorumluluklar bolca vardı. İçinde de bunu yapacak hikâyesi yoktu.

Evet ben Silifke Çilek Üreticileri Birliği Başkanıyım. Kurucu başkandım, sonra sadece yönetim kurulu üyesi oldum bir dönem ayrıldım. Sonra bana tekrar vazife düştü, bir dönem ayrıldıktan sonra şimdi tekrar başkanlığını yapıyorum. Geçen bir toplantıya çağırdılar. Bilançoyu alıp gittim. On bin lira bütçesi var. Yani bir genel sekreter dahi çalıştırmaya yetmez bırakın onu çay ocağına yetmez. Yani hiçbir şeye yetmeyecek bir bütçe. Bu da nedir üyelerden zar zor alabildiğimiz aidatlar. Çünkü bu tavuk yumurta hikâyesi. Üreticiye de üye ol dediğimiz zaman “bana ne verecek” diyor. Biz hep vermeden almaya meraklıyız. Yani sen oraya ne vereceksin. Senin örgütün. Öyle bakmak lazım. Orda iş zaten stop ediyor. Yani ben buradan bir şey alacağım değil ben buraya ne vereceğim diye yaklaşabilsek. Zaten o zaman işler başka türlü olur.

Tarımı konuştuk, birazda şehrin makro seviyedeki ilişkilerini konuşalım isterseniz. Geçmişte kavga eden başkanlar, milletvekilleri epey sıkıntılı görüntüler vardı. Neyse ki son yıllarda bakıyoruz oda başkanları, belediye başkanları yan yana fotoğraf veriyorlar. Belki karnavaldan sonra kurumsal olan ATAK AŞ’de bu olumlu tablonun bir ürünü sayılabilir. Ancak ben şunu gözlemliyorum: Adana ulusal medyada iletişim tarafında pek yok, örneğin gazeteyi açıyorsunuz; kentlerle buluşmalar, o kentle ilgili yazılar çıkıyor, bütün yayın kadrosu gidiyor, Aydın’da Aydın Belediye Başkanı, İzmir iyi şeyler yaptı, Gaziantep bunu çok iyi yapıyor. Ama Adana ile ilgili gazetelerde böyle bir şey göremiyoruz. Bunun bir eksiklik olduğunu, şehrin bu tarafta derdini pek ulusal basına anlatamadığını düşünüyorum. Hep üçüncü sayfa adliye haberleriyle şöhret yapmış bir iliz. Bunu nasıl değiştirebiliriz? Ne yapmak lazım?

Evet, doğru, bir dönem Adana’da sanki bu üst yönetimlerde sivil toplum kuruluşlarının, Belediye’nin birbiriyle şahsi kavgalı halleri var gibi bir görüntü vardı hakikaten. Bunun son yıllarda olmadığını memnuniyetle görüyoruz. Daha iyi bir görüntü… Ama kavga etmiyorlar da işler tamam mı? Tam değil. Orada işte kurumsal yapılara ihtiyaç var. Bir araya gelip konuşup görüşmek yetmez, bir araya gelindiğinde ortak konulara odaklanıp o konuda kim ne yapacak, hangi parayla yapılacak, ben buna ne katacağım, ne kadar destek koyacağım, gibi somut projelere yönelmek lazım. Elbette genel olarak bir araya gelmek, konuşmak da iyi ama bunun bir sonraki adımının gelmesi, bu güzel havanın işte böyle somut projelerle, iş birliği yaparak taçlandırılması lazım. Zaten bu yapıldığı zaman haliyle medya da buna ilgi gösterecek. Yani medya da durup dururken ilgi gösteremez. Örneğin bu portakal çiçeği karnavalına medyanın ilgisi kötü mü? Demek ki bir şey yaptığınız zaman ilgi var.

Zaten röportajların içinde iyi haber olarak konuştuğumuz neredeyse tek örnek Portakal Çiçeği Karnavalı. Karnaval, aynı zamanda bu şehrin bir araya geldiğinde o eski gücüne sahip olduğunu çok somut ve net bir şekilde de gösterdi bence.

Zaten, Adana bölgenin merkezi her şeye rağmen. Hangi konuda merkezi? Sağlıkta merkezi, sosyal hayatta merkezi… Yani ben çok aile biliyorum. İskenderun’da, Maraş’ta, Antep’te oturmaktansa Adana’da oturmayı tercih eder. Ya da çocuğunu burada bir okula göndermeyi tercih edecek çok insan var. Yani Adana hâlâ bölgenin eğitimde de, sağlıkta da, kültürde de, sosyal hayatta da bana göre merkezi. Ama bunu yeterince kullanıyor mu? Hayır. İşte bunu daha iyi nasıl kullanabilir? Otelimiz az diyorduk şimdi otel fazlamız var maşallah. Bunları doldurabilmemiz lazım. İşte bunun da yine kültürel, sosyal hayatın gelişmesiyle yakın ilgisi var. Bakıyorsunuz bir faaliyet oluyor. Tarım fuarında otellerde yine yer yoktu. Demek ki istenirse oluyor.

Benim gördüğüm bir iletişim planı yok. Yani keşke şunu yapabilsek: Bu tarz iletişime para verebilecek özel şirketler, belediyeler, kurumlar bir araya gelip bütünsel bakışla bunu bir planlayabilsek. Arka arkaya dizdiğimiz zaman: İşte Karnaval, Sabancı Tiyatro Festivali var, Tarım Fuarı var…

Rakı Festivali var. Adı da güzeldi esasında ama şartlar öyle getirdi şimdi adı Kebap Festivali oldu ama mühim değil o kadar, olsun. Aslı aynı kalıyor. Hadi öyle olsun, o bile büyük ilgi çekti, çekmeye devam ediyor. Doğrudur yani bunları medyaya taşımak da dediğiniz gibi uğraşan insan ve bütçe meselesi. Evet buna odaklanılsa faydası olur.

Koridorlarda dolaşan bir Mehdi Bey şakasını aktarmak istiyorum. Tarım eski Bakanı Mehdi Bey kızdığı zaman: “Organizasyon ve koordinasyon Türkçe kelimeler değil onun için biz bu işi beceremiyoruz” dermiş. Görülen o ki daha iyi organize ve koordine olmaya ihtiyacımız var. Peki nasıl yapacağız?

Pes etmek yok. Ya yapacağız, ya yapacağız. Yani şimdi Adana’nın insanlarından bunu hâlâ yapmaya çalışan birçok kişi var. Bunların gayretleri biraz artarsa genç nesil, Adana’ya dönen birçok genç var bunları ben sevinçle görüyorum. Tarımda da var, başka konularda da var. Yeni nesiller babalarından, atalarından kalan işleri devam ettirmeye gelirlerse bunların katacağı çok şey var Adana’ya. Bizlerin yapamadığını onların yapacağını ümit ediyorum ben. Pes etmesinler devam etsinler. Adana güzel bir şehir, daha iyi olur.

Adana’ya geçmişe baktığım zaman dernek ve cemiyet hayatının daha yoğun olduğu, her derneğin, cemiyetin bir otelde bir etkinliğinin olduğu yıllar geliyor aklıma. Burada şehrin sosyal hayatında, eğlence hayatında bir geri çekilme olduğunu da görüyorum. İnsanlarda bir geri çekilme var; belki iklim, dönemle alakalıdır.

Tabii bunun biraz genel konjonktürle de alakalı. Yani yakınımızdaki terör, sınırımızın hemen ötesindeki savaş, yabancı ülkelerin Adana’yla ilgili orada tehlike var, gitmeyin gelmeyin gibi uyarıları, genel ekonomik durum ve önünü görememe… Bütün bunların hepsini dikkate almamız lazım. Yani bir sebep bu… İkinci sebep de muhtemelen değişen bir sosyal yapı var Adana’da. Sosyal yapı eskisi gibi aynen kalmıyor, onun yerini yeni sosyal etkinlikler alıyor mu derseniz, alması lazım. Yani o eskilerin bir kısmı belki yapılmıyor ama onun yerini yenilerinin alması lazım. Orada belki bir zayıflık var ama, biraz da konjonktürel.

Çok teşekkür ederim. Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı eklemek istediğiniz?

Ben teşekkür ederim. Benim son söylemek istediğim demin de söylediğim: Pes etmek yok, devam edeceğiz. Bu memleket bizim. Gideceğimiz yer de yok. Bizim atalarımız Kırım’dan kaçmak zorunda kalmışlar. Bize verdikleri nasihat şudur: Bir gün olur her şeyinizi birileri gelip alabilir. Evinizi alır, malınızı alır, üstünüz başınızdakileri alır, servetinizi alır. Bir tek eğitiminizi kimse alamaz. Şimdi eğitimli bir nesil geliyor, buna güvensinler ve gayret ederlerse burayı daha güzel bir yer yapabilirler.