Şimdi, geriye çekilip bakıyorsundur yaşamının anlamına; beden olmayalı, kendinden öte bir yerden. Ne yer, yerdir, ne de beden, beden; tam da senin istediğin gibi, istediğin yerden…
Ve gittin dostum. Yirmi yıla sığan, nerdeyse çeyrek asırlık bir yakınlıktı bu, ilk tanışmamızdan bu yana. Kendine doğru yürümenin yorgunluğuyla bir evreni dolaşmışsın; zihninden dökülenleri topluyoruz şimdi. Bir inanç gibi değil, bir direnç gibi sarıldın sahiciliğe ve kendin oldukça bir başka ben kovaladın içinde. “Hani”, hani bir benlik var ya kişinin içinde, onu bir hiçlik içinde büyüterek dokundun bütüne, o bütünde ki “İle” ile ilikledin ceketini tüm kucaklaşmaların. Bak, bir kırlangıç girdi odama şimdi, şu anda şimdi, dolanıyor başımın üzerinde. Kapıyı açtım çıkmıyor, pencereyi açtım çıkmıyor; eh kal öyleyse dedim, hâlbuki sen özgürlüğünü sevmeliydin. Yoksa bu kırlangıç sen miydin? Buraya gelecektin ve eski defterlerini burada karıştırıp yeni kitaplar çıkaracaktık onlardan; o şefkatle okşayarak içine yazdığın defterlerinden. Sonra gitti kırlangıç açtığım kapıdan dışarı uçarak… Bir bilsen ne kadar istedim dönmeni.
Şunları yazmıştın “Hani” kitabında: “Kendin olmayı yeniden öğrenmen gerek – yıllar yılı unuttun onu yalnızca: Bunu da “koşullar”a, hayatın “akışı”na, “sorumlulukların”a falan bağlamaya kalkışma – bahane bulmaya çalışma: Sendin, sendeki asıl senin anlamını, önemini, değerini gözardı eden: korkaklıkla işin kolayına kaçan… O işte şimdi hesabını soruyor o sahici senin, senden: ne yaptın sen sana?!… Sahicilik –dürüstlük– noktanı çok dikkatle belirlemelisin yeniden: Özgürlüğün de buna bağlı şimdi – amaçlarının gerçekleşmesi –senin gerçekleşmen– de: doğru ve doğruluklu –sadık– olabileceğin nokta –kendine ve yaşamının anlamına… Şunu da iyice biliyorsun, bileceksin, bilmelisin: sen ne denli kendin –bağımsız, özgür– olabilirsen, o denli senin –sahici, tam– olacak”. “Hani” hani o yazılar var ya şimdi gidişinin ardından senin hatırana yâd edilerek yazılan, bunları yazmak istedim senin hatırandan ve yazı hafızandan kopararak. Elimde değil, senin adına inciniyorum işte… Kaç kişi aramıştı seni o hiçliğinle boğuştuğun günlerde; bir elin parmaklarını geçiyor mu sahiden? Onu yaşatmayan ölümlü dünya değildi, ölümü çoktan kabullenmiş bir iradenin kendinde şekil bulmuş haliydi. O, insanlardı o, ülkeydi; o kader değil eğilmenin tercihiydi.
Yazının devamını okumak için tıklayın