Bizim meslek zanaatkar işidir; işin erbabından demirciliğin, kuyumculuğun, gümüş ustalığının, bakırcılığın, duvar örmenin inceliklerini bellemek gibi zahmetli, acılı, çok hacimli bir usta çırak mesleğidir; yine de bizimkisi bir farkla öndedir.
Onlar- diyelim ki gümüş ustaları- gümüşün ne olduğunu öğrenene kadar depolarındaki çekmecelerin içi sözde gümüşlerle dola dola, aldatıla aldatıla neyin gümüş olduğunu öğrenir ve zamanla bir cisme bakar bakmaz gümüş ya da değil demeyi öğrenirken biz; kime bakarsak bakalım insan deriz. Günahıyla, sevabıyla….
Sahte, yalancı, kaypak, düzenbaz, hilekâr,… ve kalleş, … ne olursa olsun; bizim için vız gelir tırıs gider;
onun hakkındaki kanaatlerimiz; ille de geleceğini bundan böyle iyi eylesin,
başını saran şefkatli elimizle, şans eseri, aklının yollarına serpiştirilen bilgi ışığını görsün, mis bir kokuyu içine çeksin, iyiye meyletsin!
bir sözcüğe ah! deyip sarılsın,
kırılmış umutları; her şeye inat ama anacığının duasına meyil; yeniden yeşil bir dala tutunarak canlansın.
Güzelliklere- iyiliğe- kötülükten uzak her şeye – evrilsin!
Gelecekte ben de varım desin!
Biz iyi yürekli öğretmenler, bunu isteriz. Bunun için yaşarız.
1984’de başladığım meslekte zamanla Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan pek çok ülkeden ve Türkiye’nin her şehrinden öğrencilerim oldu. Edebiyat ve sinema beni mesleki açıdan çok besledi. İlkinde daha iyiyim. Dolayısıyla sınıflarda öğrencilerime konusuna göre ne biliyorsam anlattım, kimi zaman çok da zevkli saatler geçirdik.
Mesleğimin bana öğrettiği en önemli şey bir öğretmenin asla önyargılı olmaması gerektiğiydi. Bunu bana Hasan adlı bir öğrencim öğretti. (Sıra dışı bir şey öğretenin adı asla unutulmaz!)
Bir zamanı anlatıyordum; İngilizce dil bilgisinde zor bir zamandır Present Perfect Tense. Genelde ‘Paris’e gittiniz mi?’ diye sorduğumuz bir soru vardır, bu kez değişiklik olsun dedim ve Japonya’ya gittiniz mi? diye sordum. Görünüşte çok sıradan, entipüften bir soru ve ön gördüğüm üzere, hayır diyecekler. Çoğu öğrencim İstanbul’u üniversite öğrencisi olunca görmüş. Sınıftan bir ‘yes, I have!’ yükseldi. Hasan. Geçmiş gün ama Yozgat ya da oralarda bir şehir, ufak toprak sahibi bir çiftçinin oğlu. Mühendis adayı. Nasıl yani dedim. Hocam, en büyük hayallerimden biri genç yaşta Japonya’yı görmek, biraz orada yaşamaktı. Tarlada çalışıp para biriktirmiştim. Ne iş bulsam yapmıştım. Yıldız’ı kazanınca bu fikrimi babama açtım. Param da hazır aşağı yukarı. Kayıt yaptırdım, ilk eğitim yılımı dondurdum. Ve gittim. Bir yıl.
Hepimiz ağzımız açık Hasan’ı dinledik. Gittim sarıldım- izin istiyoruz; hayır diyen olabiliyor,. Sarıldık. 2004 yılı olabilir. Birdenbire sınıfta inanılmaz bir rağbet başladı Hasan’a. Nasıl yaptın? Sorular, sorular…
Öğretmenlik inanılmaz güzellikte, kimi zaman insanı hüzünlendiren bir meslektir. İnsan insanla karşı karşıya. Akıl almaz hikayelerle dolu hayatlar. On yedi kardeşi olan öğrencim oldu; aynı anneden mi Metin? Hocam orasını sormayın… Fakat hepsi de karnımızı doyurdu, sırtımızı yıkadı. Bayramda hepsinin ellerini öperim.
Bir öğrencim yurtta yetişmiş. Anne baba var ama yok gibi, dediğine göre, mecburiyetten devlet korumasına vermişler. Mühendislik kazanmış ama aklı savcı olmakta. Yanlış yerde. Biraz zamanınızı alabilir miyim? dedi. Bana bunu söyledi. Bugünden tezi yok üniversite sınavı için çalışmaya başla. Ama İngilizce derslere katıl; düşünsene bedavadan en iyi hocalardan ders alma hakkını kazanmışsın; bir devlet üniversitesine girmişsin. Bu fırsatı gelecek günler için doğru değerlendir. Sınava gir dedim. Hukuk oku, dedim. Sakın keşkelerle yaşama!
Mesut şimdi savcı. Bir keresinde bana anne dedi. Ara sıra mesaj atar. Kalbine iyi bak, der. Ona inandığım için, omuz verdiğim için bana teşekkür eder.
Akademik olarak zaten hep çok çalışırdım ama insan hakları konusunda her şey sezgiseldi. Önce feminist okumalar, Türk Ceza Kanunu’nda kadınları erkeğin ardında yoksun ve yoksul bırakan makaleler okudum. 12 Eylül’de zaten üniversite öğrencisiydim. Biliyorduk, susuyorduk.
Sevgi Soysal, Oğuz Atay, aklına güvendiğim her arkadaşımdan bir isim, bir öneri; iyi bir okuma öğrencisi oldum. Ben okumaya zamanım yok diyenleri pek dikkate almam. Olmasa benim olmazdı! İki oğlan, bir de Laz ve müthiş uygar eş; üç erkekli evi çekip çevirdim, bol bol hata yaptım- keçeleşmiş kazaklar en masumu- bu tür şeyleri üçüncü bir şahıs yapmış gibi ‘Vayyy!’ deyip geçtim. Oldu gitti! Akşam soframızdan öğrencilerim eksik olmadı. Hiçbir şey demesem, tabakta taze soğana bakıp, bugün öğrencilerime her gün taze soğan yiyin, sizi bu karda kışta güçlü tutar, dedim, dedim…
Böyle bir aşk hali…
1993’de dilini öğrettiğim İngiltere’ye nihayet gidebildim. Doğumum ‘61,, hocalık mezuniyetim ‘83’dür. Aklınızda tutun; bu ülkede öğrettiği dili her türlü Lehçesiyle, deyimiyle bilen nice dil öğretmenimiz İngiltere’ye adımını atma şansına sahip olmadan kendi bahçesine çekilmiştir. Buna da ‘gizli sömürü’ derler.
Yeniden yaşama şansımız olsa yine öğretmen olmak isterim. Ama bu kez Karşılaştırmalı Edebiyat eğitimi almış bir öğretmen olmak isterim. Japondan gir, Amerikalıdan çık, Afrikalıya dal, kanat kanat uç edebiyatın engin semasında. Dil, din, milliyet, ırk, cinsel yönelim, mezhep- sonradan öğrenilen hangi ‘çaresiz öğrenme’ varsa hepsini elinin tersiyle it. Duyguların sınır tanımayan erdemiyle, değeriyle tadını hisset,tat, öğrencilerinden katılımlarlarıyla sende eksik olanı kap!
Çok şükür. Çok şükür.
Çok teşekkü