“PRODÜKTÖR”den tadımlık bir bölüm.. Çocukluk günlerinden..

Avareliğim ve başına buyrukluğum ailemi bıktırmıştı. Bu yüzden bir yerde çalışmam gerektiğine karar verdiler. Babam beni “Siptilli” dediğimiz meyve sebze halinde manav Ali Ustanın yanına işe koydu. Bir hafta gittim geldim ama işi hiç sevmedim. Sonra da kaçtım. Babam pes etmedi tabii. Aklına koymuştu, beni adam edecekti. Bir sabah aldı yine beni yanına, doğruca Osmaniye’nin en iyi ayakkabıcısı olan Memili Ahmet Ustanın yanına götürdü. Burada amca oğlu Mehmet Keskiner, Yılmaz Korgönül ve Haki Ahmet de çalışıyordu. Ama buradan da sıkıldım. Çünkü yaptığım tek iş, ayakkabılara çakılan çivileri düzeltmekti. Tabii işin acemisi olduğum için çiviyi düzeltirken çekiçle elime de vuruyordum. Bu da canımı yakıyordu. Ayrıca getir-götür işleri de bendeydi. Ne de olsa çıraktım. Onlar daha önce başladığı için işi öğrenmişlerdi. Kalfa bile sayılırlardı. Baktım olacak gibi değil, on gün sonra oradan da kaçtım. Babam da beni durduramayacağını anlayınca “Bundan sonra benim yanımda duracaksın” dedi..
Buna çok sevindim. Çünkü babam nalbanttı. Ağabeylerinden biri de nalbanttı ve bu işi babama o öğretmişti. Sonrasında Adana’ya gidip nalbantlık ehliyeti de almıştı. Çünkü o zamanlar işin ustası olabilmek için ehliyet almak şarttı. Osmaniye’de bu işi yapan tek ehliyetli adam babamdı. Bu ilk ehliyete imza atanlar da enteresandır: Baytar müdürü, 7. Tümen baş baytarı, mücadele baytarı, sıhhiye baytarı, 7. Topçu nalbant ustabaşısı..
Babam ehliyeti 1937’de almıştı. Nalbantlık o zamanlar en geçerli meslekti. Bu yüzden saygı da duyulurdu. Çünkü herkesin evinde at ya da eşek vardı ve bu hayvanlarına gözleri gibi bakarlardı. Bu nedenle hayvan sahiplerinin yolu mutlaka babama düşerdi. Nalbantlığın kazancı da oldukça iyiydi..
Babam beni yanına aldığında heyecandan yerimde duramıyordum. Yıpratıcı değil, enerji veren bir heyecandı bu; dünyada olan ve olmayan ne varsa merak eden aklım, her şeyi sonuna kadar götürmeye, öğrenmeye, bizzat görerek anlamaya kararlıydı. Babamla birlikte Osmaniye’nin köylerini tek tek dolaşıp hayvan nallamaya başladık. Onunla olduğum için çok mutluydum. Geceleri hangi köydeysek orada kalırdık. Mesela Hemite Köyüne gittiğimiz zaman Mehmet Amcamın eşi Hediye Yengemin ailesinin evinde kalırdık. Bu köy Yaşar kemal’in de doğduğu köydür..
Bir gün babam ayağı aksayan topal bir eşekle çıkageldi. Sahibinden yedi buçuk liraya almıştı. Hayvanın ayağını kaldırdığımızda nalının çivisinin yanlış çakılmış olduğunu gördük. Çivi hayvanın etine batıyordu, bu yüzden de ayağı iltihaplanmıştı. Babam hayvanı ıstırabından kurtarmak için hemen harekete geçti. Önce hayvanın ayağını bir güzel yardı. Sonra katranla yaktı. Tırnak ile nal arasına keçe bir tabaka koydu. En son yeni bir nal çaktı. Bir haftanın sonunda hayvanın aksayan ayağı iyileşti. 13 yaşındaydım ve artık bir eşeğim vardı. İlk önceleri yayladan odun kesip satmaya başladım. Sonra civardaki köylerden sebze alıp sattım. Boş olduğum zamanlarda yaylaya kamyonla ya da otobüsle gelenlerin yüklerini evlerine taşıdım. İyi para kazandım taşımacılıktan. Neredeyse iki yıl yaptım bu işi..
Bir gün babamla sabah erkenden Cebel Yaylası’na doğru yola çıktık. Nallanacak hayvanlar vardı. Ne kadar yol aldığımızı bilemiyorum ama bir süre sonra babam yolu kaybetti. Sağa sola bakınırken karşımıza bir patika çıktı. Bu yolu takip ettik. Biraz daha yürüyünce kazma kürek sesleri duymaya başladık. Belli ki birileri çalışıyordu. Az sonra da çalışanları gördük. Bunlar krom madeni çıkaran işçilerdi. İçlerinden birisi babamı tanıdı. Nereye gittiğimizi sordu. Babam da Cebel’e gittiğimizi söyledi. Adam, “Hasan Ağa yanlış gidiyorsunuz. Bu yol Osmaniye’ye gidiyor” dedi. Saat geç olmuştu. Osmaniye’ye, evimize dönmekten başka çare yoktu.
Ertesi sabah Cebel’e gitmek için yeniden yola çıktık. Bu kez bir aksilik yaşamadan Cebel’e ulaştık. Babam zaman kaybetmeden hayvanları nallamaya başladı. Akşam annemin amcasının evinde kalacaktık. Bu arada yeri gelmişken belirteyim, annem Cebelliydi. Bütün ailesi oradaydı. Zamanında Cebel’in neredeyse yarısı onlara aitmiş. Babam da bir ara Cebel’de oturmuş. Her neyse, babamla hayvanları nallarken bir de baktım ki karşıdan sınıf arkadaşlarım geliyor. Bunlar Osmaniye orman müdürünün kızları Ayşe ile Ayfer’di. Hemen oradan kaçtım. Beni at nallarken görmesinler istedim. Nedense utanmıştım. Cebel’de bir vilayet konağı vardı. Vilayet olduğu dönemden kalmaydı. Konağının arkasındaki bahçede büyük bir kiraz ağacı vardı. Hemen o ağaca tırmandım. Hem kiraz yiyor, hem aşağıdakilere bakıyordum. Kızlar gidene kadar ağaçtan inmedim. Sonrasında babamın yanına döndüğümde fırçayı yedim tabii..
Babamla köy köy dolaşırken bende bir doğa merakı da başlamıştı. O günlerde çiftliğe yeni bir su kanalı yapılmıştı. Bu kanalın kenarına söğüt dikme hevesine kapıldım. Söğüt, dikilmesi kolay bir ağaçtı. Bir dalını koparıp suyun kenarında toprağa sokuyordum, o kadar. Yani köke falan ihtiyacı yoktu. Kendi başına kökleniyordu. Bu şekilde elliye yakın söğüt diktim. İlkbaharda dağ taş yeşerince diktiğim söğütler de ortaya çıktı. Fidanlar Mehmet Amcamın dikkatini çekmişti. Bunları benim diktiğimi öğrenince yanına çağırıp “Aferin sana yeğenim. Bu çiftlikte ilk defa bir ağaç dikildiğini gördük. Biz bile şimdiye kadar hiç ağaç dikmedik” diyerek beni kutladı. Sonradan fark ettim ki söğütlerin bir kısmını farkında olmayarak Mehmet Amcamın toprağına dikmiştim..
(ABDURRAHMAN KESKİNER, “PRODÜKTÖR”, ALFA Basım Yayım ve Dağıtım Ltd.Şti, 2024)