Prof. Dr. Ali Akay: Beş duyumuzdan üçünü kaybettik, gelin doğayla bulaşalım

Prof. Dr. Ali Akay

Evrim Altuğ

Sosyolog, yazar ve küratör Prof. Dr. Ali Akay, geçmişte yazdığı kitaplar ve yaptığı sergilere ithafen, pandemiyle birlikte geldiğimiz ‘ekran yaşamı’ ile sanatçı Seza Paker’in deyişiyle ‘beş duyumuzdan üçünü kaybettiğimize’ dikkat çekiyor. Akay yine, 2005’te ‘Doğaya Bulaşmak’ sergisine gönderme ile, “Şimdi bakınca, doğaya bulaşmak değil sorun, doğayla bulaşmak. Yani, aramızdaki aracıyı, virüsü kaldırmak. Ondan kaçıp, kurtulup, virüsünü bize bulaştırması yerine, doğayla bulaşalım biz,” diyor.

‘Normalleşme’ye, pandemi sonrasında yine aynı eşitsizlik, siyasî fırsatçılık ve beraberinde gelen tartışmalarla maruz kaldığımız günlerdeyiz. Biz de Dünyaya, Fransa’nın başkenti Paris’ten bakmak üzere, güneşli ve temkinli bir bahar pazarında, özel ve yoğun bir söyleşi için, Prof. Dr. Ali Akay’ın ‘ekranını tıklattık’.

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Akay da, ‘online’ derslerini vermeyi sürdürüyor, periyodik yayınlardaki basılı ve elektronik söyleşileriyle, yazılarıyla gündeme geliyor.

Şimdi buyurun; son dönemde Doğu Batı Yayınları etiketli ‘Felsefe Yazıları’ ve önce Bağlam Yayınları’nca, daha sonra ise Otonom Yayınları’nca (ikinci kez) basılan ‘Minör Politika’, ‘Konu-mlar’ (Belge Yayınları) ile, Galerist’in yayımladığı ‘Seza Paker: Refleksif Alışkanlıklar’ gibi eserleriyle tanıdığımız Akay’la Gazete Duvar adına hazırladığımız özel e -söyleşimize geçelim…

Pandeminin, belli iş kollarında emeğin dijital hale gelmesini hızlandırmasını nasıl karşılıyorsunuz ? Bunun, gözetim toplumundan sendikalaşmaya, grevlerden bireylerin mahremiyetine, oradan cinsiyet özgürlüğü veya kültür – sanatın varlık alanlarına, kamusal alana yankısı üzerine, neler söyleyebilirsiniz?

Çok uzun bir soru; hepsini bir söyleşi sırasında cevaplamak çok zor olacaktır; o nedenle özet şeklinde ve çizgiler olarak şematik veya diyagramatik bir şekilde cevaplıyorum.

Öncelikle iş kollarının evden yapılmaya başlaması oldukça eski; 40 yıl kadar önce başlayan bir süreç söz konusu; yani 1980’li yıllarda başladı ve bir anlamda Alvin Toffler gibi fütürologlar bu durumu yeni şekillenmekte olan toplumsal durum için olumlu olarak görmekteydiler.

Bir anlamda R. Musil’in cevabını vermek gibi olursa, o sıralarda Elie Theofilakis (kendisi J-F. Lyotard ile birlikte “Les İmmatériaux” (1985) sergisinin fikirsel tasarımcılarından birisi) ile birlikte bir grup (küçük bir gruptu) öğrencinin birlikte çalıştığı ve düşündüğü bir alan olarak durmaktaydı: “Kalitesiz İnsan”. Bu yeni insan ontolojisi olarak ortaya çıkmaya başlayan post-modern bir düşüncenin içinde parlamaya başlamaktaydı. Bu güne kadar gelen bir süreç bu ! 40 seneye yakın demek ki !

Covid-19 sonrasında ise değişen sadece bu anlamda nicelik oldu. Daha çok insan bu alana sanal âlemde çalışarak girmeye başladı ve bir norm haline sokulmaya başlandı bu durum ve zaten, mecburen. İnsanların bu tip çalışma biçimi o sıralarda “esnek emek” olarak adlandırılmaya başlanmıştı; yani, çalışma saatlerini kendileri seçmeye başlayarak, memur olmaktan çıkıp, kendi sorumluluklarını almaya başlayan çalışanlar haline gelmeye başlıyorlardı.

Esnek emek ile W. Burroughs’un “cut-up” tekniği ile yazdığı “Soft Machine (1961)” ve “Nova Express (1964)” bu dönemleri öncellediğini bize göstermekteydi. Bilimkurgu gibi duran bir vaziyet, 15 sene sonra yaşanan gerçek olmaya başlamaktaydı.

Foucault’nun “denetim toplumu” kavramı da toplumsal alanın yeni durumu olarak yine bu kitaplar sonrasında 1970’li yılların ikinci yarısının başında ortaya atılmıştı; bunu, Foucault ölene kadar, hatta daha sonlarda “kendilik endişesini” bu duruma yerleştirip, geliştirdi. Zaten 1976 yılındaki “Cinselliğin tarihi” kitabının ilk cildi olan “Bilme İstenci” 1960’larda başlayan “cinsel özgürlüğün” sınırlarına gelmiş olduğumuzu bize ima etmekteydi. Baskıcı iktidar yerine “üretici bir iktidarın tabandan geldiğini” ifade etmeye başlamıştı bile 1975 yılındaki “Gözetlemek ve Cezalandırmak (Hapishanenin Tarihi)” kitabından itibaren. O dönem zaten bir “muhafazakâr devrim” yaşanmaktaydı: Guy Sorman adlı sosyolog bunu izah etmekteydi: değerler kapanmaya başlamıştı. Bireysellik, aile, kapalı cemaatler, dini değerler vb. 1968 ve sonrası 1970’lerin “kurşun yılları” solu hapsetmişti ve çıkış imkanlarını çıkmaz sokaklara sürmüştü.

Bunu daha sonra, Félix Guattari ve Toni Negri bir şekilde ifade etmişlerdi. Depresyon yılları (“Kış Yılları” derdi, Félix Guattari) içine girildi 1980’lerde; hem neo-liberalizm hem de Fransız Sosyalist Parti’sinin ilk sol deneyiminin çökmesiyle 1983 sonrası L. Fabius hükümetiyle sol bir liberalizmin küreselleşmeye doğru giden ve teknolojik olarak başka şekil almaya başlayan post-modern bir bakışın ve yaşam biçiminin ağlarla işleyen hali kapitalizmin yeni çehresi olmaya başlamıştı. Sendikalar ise sıkışmışlardı. 1 Mayıs törenleri batılı işçi sınıfında cazibesini ve anısını yitirmeye başlamıştı. Daha çok göçmen ve mülteci Üçüncü Dünya ülkeleri işçileri veya artık işsizleri gösterilere ciddi tavırlarla katılmaktaydılar 1980’li yıllarda. Ve zaten sonra onlar da yavaşça “eğlence kutlamalarına” doğru yol aldılar. Sanayi toplumu ve onun emek sürecinin zamanı esnek zaman üzerinden gelişmekte ve bir anlamda Marx’ın Kapital’de kavramsallaştırdığı ”mutlak artı-değer”den “nispi artı-değer” e doğru gitmekteydi. Bu Marx’da da teknolojiyle ilgili olarak durmaktaydı.

Sorunun en son kısmı olan sanat ile ilişkisini zaten iki noktada belirttim: edebiyat ve plastik sanatlar (Burroughs, Musil, Theofilakis ve Lyotard. Bizim coğrafyaya gelirsek; ben İstanbul’a 1990’da döndüğümde ”post-modern” anlatmaya başladım, okulda (MSGSÜ) ve BİLAR’da. Yeni gündeme gelmekteydi. Ve sanatçılar benim post-modern teori ve megalopoller üzerine anlattıklarımla ilgilendiler ve beni buldular ve aralarına çağırdılar. Büyük bir atılım ve yaratı zamanıydı. Hiç bir şey yoktu, her yer karanlıktı; parasal hiç bir gelişim yoktu kültür ve sanatlar için; ama heyecan ve istek vardı. Rüya görmekteydik, 1990 başında. Megalopol İstanbul ve bu yeni durumda sanatların rolü üzerine. Ama diğer yandan da bu sorunu görmekteydik.

Ben, 1993-1995 arasında Küreselleşme: Devlet/Sefalet/Şiddet sergisini yaptığımda, bu ikili işleyen sorunu görmekte ve sanatçılarla konuşmaktaydım. Sivil toplumun da bir rüya olduğunun ve yeni denetim toplumunun bir parçası olduğunu, katalogda da yazmıştım 1990’lı yılların başında ve zaten derslerimde de bunları anlatmaktaydım. “Hem Batılı anlamda sivil toplum nedir ?” Marx’ın “burjuva toplumundan Foucault’nun “denetim toplumuna” ve hem de Doğu’da “sivil toplum ve şeriat” ilişkisine (Şerif Mardin’in yazıları ve şu anda ne yazık ki adını tam hatırlayamadığım İranlı araştırmacı bu durumu bize ifade etmekteydiler-kitap şu anda artık depoda kentsel dönüşüm yüzünden elimin altında değil. 1990’lı yıllarındaki birçok kitabım).

O sıralarda daha 33-34 yaşındaydım (1991’de İki kitabım çıkmıştı. “Tekil Düşünce” ve “Konu-m-lar” : Bu konuları oralarda da ele almaktaydım), geldiğimde ama sanırım çok kuvvetli hocaların etkisindeydim; ve bu istisnai durumu analiz etmeye başlamış olmanın, bugün dönüp o döneme baktığımda, heyecanını hala hissediyorum. Kısa yazacağım dedim; ama şematikten çok gençliğime ait anılar birden bire bugüne geldi. 1998’de Ekoloji ve Periferi sergisini yapmıştım; 1990’da Üç Ekoloji kitabını Türkçeye çevirmiştim. Bu duyarlı hal pandeminin çok öncesindeydi. Pandemi ise bizi, bana kalırsa, hapsetti.

Evlerimizde daha fazla bulunmak durumunda kaldığımız şu günlerde, mülkiyet, göçebelik ve fiziksel ihtiyaçlar nasıl evrilmiş olabilir ? Bu süreç sona erdiğinde size göre ortaya giderek keskinleşmiş yeni sınıf ayrımcılıkları mı çıkacak, yoksa insanlar büyük bir ihtiyaca yine aşırı tüketim veya hatta aşırı üretimle, uyuşturulmuş bir hız içinde yanıt mı verecek?

Yukarıdaki soruda, ‘Hapsetti pandemi bizi’ demiştim; yani, belki artık bu denetim toplumu değil (bu var tabii, yok sayacak değiliz) ama “kendilik endişesinin” öne çıkmaya başladığı bir hale girdik: Kendimizi ve etrafımızdakileri korumak üzere izolasyon… Foucault, son döneminde, Pierre Hadot’nun “tinsel alıştırmalarla” dolu dediği, Grek, Helen ve Roma dönemlerinde var olan felsefe okullarına baktığında, öznenin doğuştan verili bir kimlik değil, çalışılan ve yetişkin ve hatta yaşlı olduktan sonra edinilen bir durum olduğunu yazmıştı. Çok ilginç, buna, bildiğim kadarıyla, kimse dikkat çekmiş değil ? Ama bu önerme var; kitapta yani, College de France seminerlerinde var ! Biz de, belki, bugünkü durumda ve yaşta farkına varmaya başlamaktayız.

Uzun süre göçebe olmak zor duruyor; ama zaten Gilles Deleuze için ”göçebelik” olduğu yerde zihinde göçebelik anlamına gelmekteydi. O bakımdan aklımızda evde otururken bile, “akışkanlık halindeki düşüncelerimiz ile göçebeyiz” hala!

“Seza Paker Refleksif Akışkanlıklar” kitabını yazarken de bu şekilde düşünmüştüm. Seza Paker’in kafasında akışkanlık var diye diye yazmaktaydım; akışkanlığını, dili minörleştirmesini, dili yersizyurdsuzlaştırarak şiirleştirdiğini ifade etmekteydim. Çok dilli olup da sentaks dışı çalışanların yaratıcılığı bu. Normların ötesinde zor anlaşılır, ama yaratıyı da yalnızlık içinde yaptıran güçler bunlar…

Yazının devamını okumak için tıklayın