Türk edebiyatının önde gelen isimlerinden, yazar ve şair Sabahattin Ali; İçimizdeki Şeytan, Kürk Mantolu Madonna, Kuyucaklı Yusuf, Değirmen gibi eserleriyle, kendisinden sonraki Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatını etkileyen bir figür hâline geldi. Daha çok öykü türünde eserler verse de romanlarıyla ön plana çıktı; romanlarında uzun tasvirlerle ele aldığı sevgi ve aşk temasını, zaman zaman siyasi tartışmalarına gönderme yapan anlatılarla zaman zaman da toplumsal aksaklıklara yönelttiği eleştirilerle destekledi. Eserleriyle Türkiye’deki edebiyat çevrelerinin takdirini toplayarak hem 20. yüzyılda hem 21. yüzyılda etkisini sürdürdü. Cinayete kurban giden Sabahattin Ali, bugün 114. doğum gününde anılıyor.
Peki Sabahattin Ali kimdir? İşte ünlü yazarın hayatı ve eserleri…
SABAHATTİN ALİ KİMDİR?
Sabahattin, 25 Şubat 1907’de, Edirne’nin Gümülcine Sancağına bağlı Eğridere’de, Hüsniye Hanım ve Ali Selahattin Bey’in oğlu olarak dünyaya geldi. Ali Bey, Eğridere’de zabit olarak çalışırken tanışmıştı Hüsniye Hanım’la, kendisinden 16 yaş küçüktü. Evlendiler. Ali Bey, dönemin entelektüel kesiminden Prens Sabahaddin ve Tevfik Fikret ile derin bir dostluk içindeydi. Hüsniye Hanım, evlendiğinde henüz 16 yaşındaydı ve ruhsal sorunlar yaşıyordu. Defalarca intihara kalkıştı. Evet, hayatta kalmayı başarmıştı; ama Sabahattin’in pek yanında olamamıştı. Çok küçük yaşta anne olmasından mütevellit onunla ilgilenememiş; diğer oğlu Tevfik’e daha yakın durmuştu. Bu durum Sabahattin’in içine kapanık bir çocukluk yaşamasına sebep olacaktı. Sabahattin arkadaşlarıyla oynamaktansa evinde kitap okumayı ya da resim yapmayı tercih ediyordu. Yine de başarılı bir öğrenci oldu.
Sabahattin Ali, eğitimine 7 yaşında İstanbul, Üsküdar’da Doğancılar mahallesinde “Füyûzâtı Osmâniye Mektebi”nde başladı. Çanakkale’ye gitmek söz konusu olduğunda eğitimine “Çanakkale İptidai Mektebi”nde devam edecekti. Ancak bu sefer de seferberlik ilan edildi ve okul öğretmensiz kaldığı için kapatıldı. Daha sonra Edremit İptidai Mektebi’nde başarılı bir öğrenci oldu. Okumaya fazlasıyla özeniyordu. Özellikle babasının arkadaşı Mehmet Şah Bey’in özel ilgisi, bu konudaki en güzel teşvikiydi. 1921’de Edremit İptidai Mektebi’nden mezun oldu ve bir yıl kalmak üzere İstanbul’a büyük dayısının yanına geldi. Ardından Balıkesir’e döndü; “Balıkesir Muallim Mektebi”ne kayıt yaptırdı.
ARKADAŞLARIYLA OKUL GAZETESİ ÇIKARDI, GÜNLÜK TUTTU…
Muallim Mektebi’nde şiir ve hikâye konularında deneyim kazandı. Kendini geliştirmek için gazete ve dergilere yazılarını göndermeye başlamıştı. Arkadaşlarıyla birlikte bir okul gazetesi çıkardı. Sessiz geçen çocukluğunun üzerine belki de sosyalleşerek kendini buluyordu. Günlük tutmaya da başlamıştı. Sanata olan ilgisini ve bağını güçlendirmek için daha çok sinema ve tiyatroya gitti. Okul müdürü bunu fark ettiğinde Sabahattin’i ailesinin yanına göndermekle tehdit etti. Çok geçmeden okul müdürünün yardımlarıyla İstanbul’a naklini aldırdı. Eğitimine devam ederken “Çağlayan ve Akbaba” gibi dergilerde şiir ve hikâyeleri yayımlandı. Hayatı bir düzene girmiş gibiydi. Bu sefer de annesinin sağlık sorunları artmıştı. 21 Ağustos 1927’de öğretmenlik diplomasını aldı.
ÖĞRETMEN SABAHATTİN ALİ: İLK GÖREV YERİ YOZGAT
Sabahattin’in ilk görev yeri Yozgat Merkez Cumhuriyet İlkokulu oldu. Dayısı Rıfat Ali Ertüzün, Yozgat Devlet Hastanesi’ne başhekim olarak atanınca yeğeninin de yanında olmasını sağlamıştı. Bir süre sonra ailesi de Sabahattin’in yanına gitti. Çevresi dayısının da etkisiyle oldukça genişlemişti; ama yazdıklarını okutacağı, paylaşacağı birilerini bulmakta zorlanıyordu.
İLK KARŞILIKSIZ AŞKI
Nahit Hanım ile öğretmenlik stajı sırasında tanışmıştı. Başta dostluk havasında olan bu arkadaşlık, zamanla tek taraflı bir aşka dönüştü. Burada yazdığı bütün şiirlerde Nahit Hanım vardı. Hatta 2 Şubat 1928’de “Servet-i Fünun” dergisinde yayımlanan “Bir Macera” adını verdiği şiirini yine Nahit Hanım’a ithaf etmişti. Karşılık bulamadığı aşkını 1927’de “Ne Kazandık”, “Kalbimde Aşkınız”; 1928’de “Ebedi”, “Yat ve Uyu”, “Bütün İnsanlara”, “Firar”, ve “Kudurmak” adını verdiği şiirlerinde anlattı.
ALMANYA YILLARI
Yetkililer kendisinin genç bir öğretmen olmasına dikkat çekerek onu Avrupa’ya gitmeye teşvik etti. Yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti tarafından 1928 yılı Kasım ayında Almanya’ya eğitim amacıyla gönderildi.
Sabahattin Ali, 15 gün Berlin’de kaldıktan sonra Potsdam’a yerleşti. İlk olarak dil öğrenmek için yaşlı bir kadının evine pansiyoner olarak girdi. Daha sonra Almancasını güçlendirmek için özel bir kurum olan Deutsches Institut Auslander’ın kurslarına başladı. Ayrıca I. Dünya Savaşı’nda Türkiye’de bulunan ve biraz Türkçe bilen eski bir subaydan dersler aldı. Yazar burada Almanya’ya giden ekipten olan Melahat Togar’la da görüşmekteydi. Melahat Togar “Arkadaşım Sabahattin Ali” yazısında yazarın Almancayı tam öğrenmeden Almanca üzerinden Rus yazarlarını okuduğunu belirtti. Sabahattin Ali bu yönü sayesinde İvan Turgenyev, Maksim Gorki, Edgar Allan Poe, Guy de Maupassant, Heinrich von Kleist, ETA Hofmann ve Thomas Mann gibi isimleri tanıdı ve onların eserlerinden ilham aldı.
TÜRKİYE’YE DÖNÜŞÜ VE HAKKINDAKİ SORUŞTURMALAR
Sabahattin Ali’nin Almanya’dan dönüşü 1930 yılının Mart ayı ortalarına denk geldi. Döndükten sonra İstanbul Yüksek Muallim Mektebi’nde yatılı okumakta olan Nihal Atsız, Pertev Naili Boratav, Orhan Şaik Gökyay, Nihad Sâmi Banarlı gibi arkadaşlarının yanında kaldı. Daha sonra bu okulun müdürünün de yardımıyla Bursa’nın Orhaneli ilçesine ilkokul öğretmeni olarak atandı. Aynı yılın Eylül ayında ise Gazi Terbiye Enstitüsü’nde açılan Almanca yeterlilik sınavına girdi, ardından da Aydın Ortaokulu’na Almanca öğretmeni olarak atandı. Burada komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla hakkında soruşturma açıldı. 1931’in Mayıs ayında mahkeme için İstanbul’a sevk edildi,[37] iki gün sonra mahkeme tutuksuz yargılanmasına karar verdi. Daha sonra soruşturmalar derinleştirildi ve kendisinin tutuklu yargılanmasına karar verildi. 9 Eylül 1931 tarihine kadar Aydın Hapishanesi’nde tutuklu kaldı. Serbest kaldıktan yirmi bir gün sonra ise Konya Ortaokulu’na Almanca öğretmeni olarak atandı.
Sabahattin Ali, Yozgat’ta iken Nahit Hanım’a, Almanya’da iken Frolayn Puder’e, Aydın’da iken bir miralayın kızına ve Konya’da ise Melahat Muhtar adlı öğrencisi ile Muhsine adındaki bir şarkıcıya ilgi duydu. Melahat Muhtar’a duyduğu ilgi karşılık buldu, ona atfen “Çocuklar Gibi” adlı şiiri yazdı. Bu şiirde eski aşklarını birkaç günlük düşkünlükler şeklinde yorumladı. Bu sevgisinden Pertev Naili Boratav’a yazdığı mektuplarda bahsetti. Fakat yazarın bu ilgisi ilerleyen dönemlerde tutuklanması ile yarım kaldı. Bir toplantıda okuduğu şiir ile Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü gibi Türk devlet yöneticilerini yerdiği iddiasıyla 22 Aralık 1932 tarihinde tekrar tutuklandı. Tutuklanmasına sebebiyet veren şiiri “Hey anavatanından ayrılmayanlar” şeklinde başlamaktaydı. Bu şiiriyle Atatürk’ü tahkir ettiği iddiasıyla Konya Asliye Ceza Mahkemesi tarafından bir yıllık cezaya çarptırıldı. Fakat daha sonra davaya temyizde iki ay daha eklendi ve ceza 14 aya çıkarıldı.
GENEL AFTAN YARARLANARAK SERBEST KALDI
14 Nisan 1933’te Konya cezaevinden Atatürk’e suçsuz olduğunu ifade eden bir mektup yazdı. 29 Nisan 1933 tarihinde memurluktan kaydı silindi. Daha sonra Konya’dan Sinop Cezaevi’ne gönderildi. Koğuştan bazı arkadaşları yazarın cezaevinde geceleri sürekli okuduğunu, gündüzleri ise bir sandık üzerinde yazı yazdığını söyledi. Yaşamındaki değişimleri eserlerine yansıtan yazar, bu cezaevinde edindiği tecrübe ve gözlemlerini de “Bir Şaka”, “Kanal”, “Kazlar”, “Bir Firar”, “Katil Osman” ve “Çaydanlık” adlı hikâyelerinde kullandı. On ay yedi gün süren tutukluluğunun ardından Cumhuriyet’in 10. kuruluş yıl dönümü sebebiyle çıkan genel aftan yararlanarak serbest kaldı.
Yeniden göreve atanabilmek için Ankara’ya gitti. Burada dönemin Orta Öğretim Genel Müdürü Reşat Şemseddin Sirer ve Müsteşar Vekili Rıdvan Nafiz Edgüer’e danıştı. Tutuklu kalma gerekçesi Atatürk’ü tahkir etmek olduğu için bu kişiler sorumluluk almaktan kaçındı. Ancak Reşat Şemseddin Sirer bu durumdan Hasan Âli Yücel’e bahsetti. Yücel ise yazarın durumunu yakın arkadaşı olan maarif vekili Hikmet Bayur’a bildirdi. 1934 yılında kendisinden Atatürk hakkında bir kaside yazması istendi. Kendisi de bu istek doğrultusunda Varlık dergisinin 15 Ocak 1934 tarihli 13. sayısında “Benim Aşkım” adında bir şiir yazdı. Fakat bu şiirinden sonra da göreve atanabilmek için bir süre daha bekletildi. Ardından Maarif Vekili ile görüşen yazar, kendisine atfedilen edilen komünist sıfatının doğru olmadığını ispat edebilmek için yazılar yazdığını ve Esirler adlı oyununun halkevleri tarafından sahneye konacağını söyledi. Göreve atanabilmek için beklerken arkadaşı Ayşe Hanım’a yazdığı mektubun sonuna bir not bırakarak kendisine evlenme teklifi etti. Ayşe Hanım ise 22 Şubat 1934 tarihli mektubunda Sabahattin Ali’nin bu teklifini şaka olarak niteleyerek geri çevirdi. Yazar sonrasında ise Atatürk’ten izin alınarak önce geçici olarak Orta Tedrisat Şube Müdürlüğüne (Mayıs 1934), ardından da asli olarak Milli Talim ve Terbiye’ye atandı.
ALİYE HANIM İLE EVLENDİ
Aliye Hanım’la 1932 yazında İstanbul’da eczacı Salih Başotaç’ın evinde tanıştı. Aliye Hanım’ın ailesi Sabahattin Ali’nin poliste sicil kaydının bulunduğunu gerekçe göstererek evliliğe mesafeli yaklaştı. Fakat sonradan Aliye Hanım’ın da isteği ile evliliğe izin verdiler. Nikâhları 16 Mayıs 1935 tarihinde Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde kıyıldı. Sabahattin Ali ve eşi nikâhtan sonra Ankara’ya gittiler ve buradaki düğünün ardından Ulus’ta bir apartman dairesine yerleştiler. Sabahattin Ali ilerleyen dönemlerde “mümeyyizlik” görevinden başka bir göreve atandı, ayrıca bir ortaokulda Almanca dersleri verdi. Bu dönemlerde maddi açıdan rahatlayan yazar, Varlık’ta “Kağnı”, “Arap Hayri”, “Pazarcı” adlı hikâyelerini yayınladı, Knut Hamsun, Liam O’Flaherty ve Panteleymon Romanov’tan tercümeler yaptı; Ayda Bir adlı dergide ise “Kamyon”, “Bir Şaka”, “Apartman”, “Arabalar Beş Kuruşa” ve “Düşman” adlı öykülerini yayınladı.
SOYADI OLARAK BABASININ ADINI KULLANMAK İSTEDİ
Sabahattin Ali’nin ailesi Soyadı Kanunu sonrasında “Şenyuva” soyadını aldı. Fakat yazar babasının ön adı olan “Ali”yi kullanmak istedi. Ayrıca çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanan şiir ve hikâyelerinde “Sabahattin Ali” imzasını kullandı. Yazar soyadını bu yönde değiştirebilmek için nüfus müdürlüğe gitti fakat “Ali” ismini soyadı olarak kullanmasına izin verilmedi. Kendisi de buna karşılık olarak “O halde ‘Alı’ olsun.” şeklinde beyanat bildirdi (1936). Ramazan Korkmaz çeşitli sıkıntılar yaşamış ailenin “Şenyuva” soyadını almasına yazarın tahammül edemediğini belirterek “Ali” tercihinin babasına duyduğu sevgiden olduğunu belirtti. Aliye Ali ise “Alı” soyadını “Ali” tercihi için bilinçli bir gerekçe olduğunu söyledi.
30 yaşına gelince İstanbul Eski Harbiye’de askerliğe başladı ve 2 ay er, 6 ay da yedek subay öğrencisi olarak eğitim gördü. Eşi Aliye Ali’yi de askerlik süresince bulunduğu şehirlere götürdü. İstanbul’da askerlik yaptığı dönemde kızları Filiz Ali (1937-) doğdu. Askerlik bitiminde ise Musiki Muallim Mektebi’ne Türkçe öğretmeni olarak atandı ve Ankara’ya yerleşti. Ankara’da geçirdiği dönemlerde Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Mediha (Berkes) Esenel ve Niyazi Ağırnaslı gibi isimlerle yakın ilişkiler kurdu. İlerleyen dönemlerde Devlet Konservatuvarı’na atanarak Carl Ebert’in asistanlığını yaptı. Çevresindeki hareketliliğin azalması sonrasında edebi çalışmaları yoğunlaştı ve İçimizdeki Şeytan adlı eserini (1939) yazdı. Bu roman yayımlandıktan sonra siyasi tartışma konusu haline geldi. Nihal Atsız bu romana karşılık olarak Sabahattin Ali’nin hayatı hakkında çeşitli bilgiler de içeren İçimizdeki Şeytanlar adlı eserini yayınladı. II. Dünya Savaşı öncesinde çıkarılan seferberlik sonrasında tekrar askere alındı ve dört ay İstanbul’da askerlik yaptı. İkinci kez askere alındığı bu dönemde Kürk Mantolu Madonna’yı yazdı ve Hakikat gazetesinde tefrika ettirdi (18 Aralık 1940-8 Şubat 1941). Ankara’daki çevresi genişleyen yazar, dönemin siyasileriyle de yakın ilişkiler kurdu. Aliye Ali, eşinin Şükrü Saracoğlu ile siyasi düşünceleri farklı olmasına rağmen iyi anlaştığını ve bazen de ailecek görüştüklerini belirtti.
Sabahatin Ali 1940 – 1943 yılları arasında Adelbert von Chamisso, Ludwig Tieck, Heinrich von Kleist ve Friedrich Hebbel gibi isimlerden çeviriler yaptı. Yine bu dönemlerde çeşitli dergilere yazılar gönderen yazar, ayrıca Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı Türk Dil Kurumu ve Tercüme Odası gibi yerlerde görev yaptı.
NİHAL ATSIZ İLE OLAN TARTIŞMALARI
Nihal Atsız, Orhun dergisinde Şükrü Saracoğlu’na atfen yazdığı yazıda (1 Nisan 1944) Sabahattin Ali’nin “herkesçe bilinen bir komünist olduğunu, Hasan Âli Yücel’in şahsi sempatisi yüzünden göreve getirildiğini ve daha önceden Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve Ali Çetinkaya gibi isimlere hakaret ettiğini” söyleyerek yazarı vatan haini olarak niteledi ve devlet tarafından korunmasını kınadı. Bu mektup üniversite öğrencileri ve halk arasında etki uyandırdı, Nihal Atsız ise görevden alındı.
Sabahattin Ali mektup sonrasında Nihal Atsız’a hakaret davası açtı ve ilk duruşma 2 Nisan 1946’da yapıldı. Dava öncesinde adliye sarayı önünde toplanan ve çoğunluğu Siyasal Bilgiler ve Tıp Fakültesi öğrencisi olan kişiler yazarın aleyhinde gösteri yaptı. Davaya Sabahattin Ali avukatsız olarak katılırken, Nihal Atsız’ı ise Hamit Şevket İnce başkanlığındaki avukatlar savundu. Dava görülürken içeride ve adliye önünde “İstiklâl Marşı” okundu, ortam gerilince dava başka bir tarihe ertelendi.
İlerleyen dönemlerde Hamit Şevket İnce, Nihal Atsız’ın avukatlığından istifa etti. Yine bu dönemde Falih Rıfkı Atay, Ulus gazetesinde Sabahattin Ali lehinde seri yazılar yazdı. İkinci duruşmada savcı Nihal Atsız’ın Sabahattin Ali’ye vatan haini diyerek hakaret ettiğini söyledi ve cezalandırılmasını talep etti. Üçüncü duruşmada ise Nihal Atsız altı ay ceza aldı fakat “mazisinin temiz olması” ve “millî tahrik” gibi gerekçelerle bu ceza dört ay indirilerek tecil edildi. Dava sonrasında konservatuvardaki görevine bir süre devam etti, ardından da üçüncü kez askere çağrıldı. Çankırı’da bir buçuk ay görev yapan yazar, mesleğine geri döndü. Daha sonra ise bakanlık emrine alınarak konservatuvardan ayrıldı. 4 Aralık 1945 günü İstanbul’da çıkan komünizm karşıtı gösterilerde Sabahattin Ali’nin de faaliyet gösterdiği bazı kurumlara çeşitli saldırılar oldu.
AZİZ NESİN İLE MARKOPAŞA DERGİSİNİ ÇIKARDI
1944 sonrasında Markopaşa, Malum Paşa veya Ali Baba gibi yerlerdeki yazılarında daha sert ve daha eleştirel bir dil kullandı. Zekeriya Sertel’e 1946 yılında söylediğine göre siyaset ve politikayla daha fazla ilgilenmek istiyordu. Yine aynı yıl ailesini Ankara’da bırakarak İstanbul’a geldi ve Aziz Nesin’le beraber Markopaşa dergisini çıkardı. Markopaşa ilk üç sayısında tırajını artırarak yayın hayatına devam etti. Daha sonra da mizahî yönünden çok siyasi yönüyle tartışmalara neden oldu. İlerleyen dönemlerde dergide çıkan ve çoğu imzasız olan yazılardan ötürü derginin sorumluluğunu üstlenen Sabahattin Ali’ye davalar açıldı. Davaya konu olan yazılardan biri dışındaki yazılar Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’a aitti; fakat derginin sorumlusu olduğu için Sabahattin Ali hapis cezasına çarptırıldı. İstanbul ve Paşakapısı Cezaevi’nde bir süre yatan yazar, 10 Eylül 1947 tarihinde tahliye oldu. Yine bu dönemlerde Markopaşa kapatıldı, bunu takiben de Merhum Paşa ve Malum Paşa gazeteleri çıkartıldı.
İlerleyen dönemlerde yazar hakkında tekrar tutuklama kararı çıkartıldı fakat tutuklama işlemi gerçekleşmedi. Bu dönemlerde Ali Baba dergisini çıkardı ve “Sırça Köşk” adlı öyküsünü yayınladı. Bu öykü Bakanlar Kurulu kararıyla toplatıldı, kendisi de Sultanahmet Cezaevi’ne gönderildi. 31 Aralık 1947 tarihinde serbest kalan yazar, ekonomik sıkıntılar çekti ve Ali Baba dergisi kapatıldı. Daha sonra nakliyecilik yapmak istedi ve Adalet Cimcoz’un da yardımlarıyla bir kamyon aldı. Eşi Aliye Ali bu dönemler için “1947’de Markopaşa’nın çıkmasıyla hayatımız bozuldu. Yurt dışına gitmek istiyordu: İngiltere veya Fransa’ya falan” ifadelerini kullanmıştı. Niyazi Berkes’in aktardığı bilgiler Sabahattin Ali’nin Fransa’ya gitmek istediğini fakat kendisine pasaport verilmediği yönündeydi. Sabahattin Ali 1948 yılı Mart ayı sonlarında arabasının tamirini yaptırdı ve “Edirne’ye peynir götüreceğim” diyerek M. Ali Cimcoz’la sabah beş civarı vedalaşarak ayrıldı.
ÖLÜMÜ
Sabahattin Ali’nin Edirne’ye gitmekteki amacı peynir taşımak değil, Bulgaristan sınırını aşarak Avrupa’ya ulaşmaktı. Kendisine yasal yollardan pasaport verilmediği için kaçak yollarla bu amacına ulaşmaya çalıştı. Bulgaristan sınırını denemeden önce de Suriye sınırından kaçmak istedi fakat başarılı olamadı. Avrupa’ya kaçmak istediği dönemler ise hakkındaki davaların aleyhinde seyrettiği zamanlardı. Sabahattin Ali, tanıştırıldığı Ali Ertekin ile Kırklareli’ye doğru kamyonla yol aldılar. Başta bir de şoför vardı. Sonra onu bırakıp yola ikisi devam etti. İlerleyen vakitlerde Ertekin, kitap okuduğu sırada Sabahattin Ali’yi, kafasına elindeki sopayla vurarak öldürdü. Öldürmesine gerekçe olarak da millî hislerini tahrik ettiğini öne sürdü. Ayrıca Ali Ertekin’in Millî İstihbarat Teşkilatı mensubu olduğu da iddia edildi. Ölüm tarihi kayıtlara 2 Nisan 1948 olarak geçti.
Ali’nin bedenini bir çoban buldu ve 16 Haziran 1948 günü jandarmaya giderek durumu bildirdi. Yapılan incelemeler sonucunda ölünün kimliği teşhis edilemedi. Bu dönemlerde İstanbul polisi Bulgaristan’a adam kaçıran bir şebekeyi yakaladı. Sabahattin Ali’yi öldüren Ali Ertekin de bu şebekenin mensubuydu ve yakalanınca Sabahattin Ali’yi öldürdüğünü itiraf etti. Ali Ertekin idam cezasıyla yargılanmasına rağmen 4 yılla hüküm giydi, kısa bir süre sonra da serbest kaldı. Sabahattin Ali’nin cesedi üzerinden çıkan giysilerle Ali Ertekin’in verdiği bilgiler doğrultusunda ele geçirilen eşyaları yakın çevresi tarafından teşhis ettirildi.
ESERLERİ
Roman
Kuyucaklı Yusuf (1937)
İçimizdeki Şeytan (1940)
Kürk Mantolu Madonna (1943)
Öykü
Değirmen (1935)
Kağnı (1936)
Ses (1937)
Yeni Dünya (1943)
Sırça Köşk (1947)
Şiir
Dağlar ve Rüzgâr (1934)
Kurbağanın Serenadı (1937)
Öteki Şiirler (1937)
Oyun
Esirler (1936)
https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/sabahattin-ali-114-yasinda-1816393