Konservatuvar ilk mezunlarını 1941’de verecek ve bu genç sanatçılar, kurulan “Tatbikat Sahnesi” ile sürekli konserler vermeye, opera ve tiyatro eserleri sergilemeye başlayacaktır.
Ankara’yı tanıyanlar Atatürk Bulvarı’nın Kızılay-Bakanlıklar yönünden gelip Kavaklıdere’de ulaştığı kavşağı bilirler. Bir beş yol ağzıdır orası. Şimdiki adı “Kuğulu Kavşağı”. Gerçekten de tam solda Kuğulu Park ve oradan Tunalı Hilmi’ye ulaşan cadde vardır. Tam tersi yönde, Şili Meydanı’na ulaşan Kavaklıdere Caddesi yer alır. Tam karşıda ise bir çatala rastlarsınız; soldan giden Atatürk Bulvarı’nın devamı, sağdaki ise Cinnah Caddesi girişidir. Bu caddenin eski adının Dr. Reşit Galip Caddesi olduğunu da kaydedip devam edelim…
Şimdilerde trafik tek yönlüdür, yukarıdan, Çankaya’dan aşağı, bu kavşağa doğru akar Cinnah Caddesi’nde. Biz yayayız ama, girelim caddeye ve sağ kaldırımdan ilerleyelim. Biraz yürüdükten sonra Amerikan Kültür Derneği İngilizce kurslarının da bulunduğu büyük binanın önünden geçeceğiz. Bu arada belirteyim, bu binanın tam arka tarafında, eskiden Kültür Derneğine ait olan ama şimdilerde ünlü sanatçımız Erdal Beşikçioğlu’nun kurduğu çok başarılı tiyatro topluluğu Tatbikat Sahnesi bulunuyor.
İlerledik ve geldik hedefimiz binaya, Cinnah Caddesi No: 22’deki Dosteller Apartmanı’na. Fotoğrafta görüldüğü gibi dört katlı bu apartmanın zemin katında, binanın orijinal halinde bulunmayan, sonradan yapılmış çiçekçi, kırtasiyeci gibi dükkânlar gözümüzü tırmalıyor, zaten dıştan güzel olmayan bu binayı daha da çirkinleştiriyor. (Kaçak olarak tadil edilen ve dükkâna dönüştürülen giriş katındaki bir numaralı dairedeki işlem, 1984’te çıkarılan af yasasından yararlanıp yasal hale getirilmiş.)
Boşveriyoruz mecburen ve camlı ana kapıdan içeri giriyoruz. Önce genişçe bir antredeyiz; ardından karşımıza çıkan bu defa karolajlı camlı kapıları iterek adımımızı attığımızda, mimari açıdan başka bir dünyada buluyoruz kendimizi.
Ankara’da nadir bulunan bir mimari bu. İç avlulu (atriyum), dörder dairenin bulunduğu her katta iç avluyu zarif bir demir parmaklıklı sahanlıkla dolanan bir yapı. Her katta dairelerin giriş kapıları ve hemen yanlarında mutfak pencereleri yer alıyor. Tepesini örten saydam malzeme sayesinde gün ışığı alalabilen iç avlusuyla bu yapı, içinde yaşayanlar arasında farklı bir komşuluk ilişkisi tarifliyor. Belli ki geniş iç avluyla komşuluk ilişkilerini güçlendirecek bir mekân yaratılmış ve “içe dönük” bir yaşantı öngörülmüş.
Peki, daireler her kata nasıl yerleşmiş, bir de ona bakalım:
Bu plandan da anlaşıldığı üzere 100m2 alana sahip her daire, 3 oda ve 1 salon olarak tasarlanmıştır. Dairelerdeki odalardan iki tanesi projede yatak odası olarak konumlandırılırken, diğer oda ile salon arasında ilişki kurulmuştur; yani bunlar o zamanki tabirle salon-salamanje olarak düşünülmüştür.
Avlunun batısında yer alan konutlarda bulunan salonların da Cinnah Caddesi ile ilişkilenmelerini sağlamak için, bu birimler dışarıya taşırılarak caddeyi karşılayan yönde cephelere birer balkon eklenmiştir.
Ne yazık ki bu ilginç tasarımın mimarı kim, bilinmiyor; Belediyedeki dosyada bazı evraklar eksik. Bilinen, 1963 yılında binada bir takım tadilat yapıldığı ve bunu yapan mimarın Mehmet Savaş olduğu.
İç avluya girip kafanızı kaldırdığınızda ise gördüğünüz şöyle bir şeydir: (Bunun sağladığı özel bir durum var; aşağıda bahsedeceğim.)
Apartmanın adına bakalım bir kez daha: Dosteller.
Kimdir dost? Herhangi bir arkadaş mıdır? Tanıştığınız herkese arkadaş diyebilirsiniz. Hatta hiç tanımadığınız bir kimseye hitap ederken, “Arkadaş, gelsene biraz,” da diyebilirsiniz. Arkadaşlar çoğu zaman gelip geçicidir; değişebilir, unutulabilir, vazgeçilebilir, yenileri edinilebilir. Arkadaşlıklar çıkar ilişkili de olabilir, her zaman kazık yeme ihtimali de vardır, bu nedenle araya hissedilen ya da hissedilmeyen bir mesafe koymak yararlıdır. Arkadaşlarla sohbet de edilir, birlikte yemek de yenilir, iş de yapılır, hatta birlikte seyahata bile çıkılabilir. (Gene de dikkat derim: İnsanın gerçek yüzü hastanede ve seyahatte ortaya çıkarmış!)
Ama dost? Bambaşka bir şeydir dost. Arkadaş herkes olabilir, dost ise çok yakınınızda, gönlünüze yerleşmiş bir kaç kadın ya da erkektir. Arkadaş bakar, dost görür. Gecenin derin saatlerinde bile olsa zor bir durumla karşılaşıp, “İmdat!” dediğinizde yanınızda biten, derdinizi paylaşan, dinleyen kişidir dost. İçinizi dökersiniz ona; sorgulamaz! Ama, “Hadi lan sen de!” derse alınmazsınız, kızmazsınız: bilirsiniz ki derdi sizin iyiliğinizdir. Arkadaş yolgeçen hanı gibidir, dost hiçbir zaman yıkılmayacak, yok olmayacak eski ve sıcacık bir handır; her kötü havada oraya sığınılır. Arkadaş söylediklerinizi dinleyebilir, ama dost ne demek istediğinizi anlayan kişidir.
İşte efendim, yıllardan 1954 yılında, içtikleri su ayrı gitmeyen, ele geçen ekmeği bölüp aralarında paylaşan, birlikte gülüp eğlenen, birlikte üzülen ve ağlayan bir gurup dost insan el ele vermiş. Hepsi hassas kulaklara, bazıları farklı gırtlaklara, ne hikmetse hepsi başkalarında az görülen güçlü hafızalara sahip insanlar bunlar; gösteri sanatçıları.Aralarında zaman zaman kıskançlıklar olsa da, “Bak şuna, benim hak ettiğim rolü elimden aldı,” diye kızılsa da aynı dünyanın insanları; her gece sahne tozlarını ciğerlerine çeken, hayatlarında en büyük tatmin son perde indiğinde salondan gelecek alkış sesleri olan; bunun için canını dişine takan, bıkıp tükenmeden aynı sahneyi, aynı müzik parçasını sayısız defa tekrar edebilen, gecesini gündüzüne katan sanatçılar.
Onların en keyifli zamanları, tiyatronun, operanın, balenin ilk gecesinde, perde kapandıktan sonra tüm kadronun, yönetmeninden oyuncularına, dekor-kostüm tasarımcılarından teknik elemanlarına, sahne amirinden orkestra üyelerine kadar herkesin bir arada, sabahın ilk ışıklarına kadar kafaları çekip yemek yedikleri (sahneye aç karnına çıkılmıştır), sohbetin tavan yaptığı saatlerdir.
Peki kimmiş bu “dost” sanatçılar? El ele vermiş bu kişiler, Ankara Devlet Konservatuvarı’nın ilk (1941) ve hemen sonraki bir iki yılın mezunları; kimi tiyatro, kimi opera, kimi orkestra sanatçısı. Onlar, “medeniyet” diye adlandırılan ortamın “Batılı” değerlerden kaynaklandığı inancıyla, aydınlığa ulaşma çabasındaki bir ülkenin üzerinde yükseleceği sacayaklarından birinin sanat ve sanatçı olduğunu kavramış bir liderin gösterdiği yola girmiş kişiler. O liderin, Kemal Atatürk’ün, okuyucularımdan pek çoğunun esasen bildiği ifadesiyle:
“Bir millet sanattan ve sanatkârdan mahrumsa, tam bir hayata malik olamaz. Böyle bir millet bir ayağı topal, bir kolu çolak, sakat ve alil bir kimse gibidir. Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur… Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki fennin gerektirdiği şeyleri yapmaz; itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur.” (Bu satırları okuyunca aklınıza ilk ne geldi acaba!)
Bu düşünceler kapsamındadır Atatürk’ün talimatlarıyla, daha Cumhuriyet kurulalı bir yıl geçmeden, 1924 yılında, orta dereceli okullara müzik öğretmeni yetiştirmek üzere “Mûsikî Mu’allim Mektebi“nin kurulması; ertesi yıldan itibaren, günün birinde “Türk Beşleri” olarak ünlenecek Ulvi Cemal Erkin, Ahmet Adnan Saygun, Hasan Ferit Alnar, Cemal Reşit Rey ve Necil Kâzım Akses ile daha birkaç öğrencinin ileri düzeyde müzik öğrenimi ve dönüşlerinde bu Mektepte öğretmen olarak görev yapabilmeleri için Avrupa’ya gönderilmeleri; 1929 yılında Ankara’nın Cebeci semtinde, içinde dersliklerin yanı sıra bir konser salonu ve fuayesi, yemekhanesi, yurt ve çalışma odaları da bulunan, projesi İsviçreli mimar Ernest Arnold Egli tarafından tasarlanan yerleşkenin tamamlanması ve “Mûsikî Mu’allim Mektebi“ne tahsis edilmesi…↓
Egli tasarımı “Mûsikî Mu’allim Mektebi” →→ “Ankara Devlet Konservatuvarı”
1934 yılında TBMM’de kabul edilen kanunla, bu Mektebe ilaveten Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası ve Temsil Bölümü’nün de bulunduğu bir akademi kurulması öngörülmüş; bunu en doğru şekilde gerçekleştirmek amacıyla Alman müzisyen, besteci, orkestra şefi Paul Hindemith’in Atatürk’ün davetiyle Ankara’ya gelmesi sağlanmıştır.
Hindemith sonraki yıllarda defalarca gelip gidecektir Ankara’ya; fakat daha baştan hazırladığı öneriler ve işaret ettiği kişilerle, polifonik müziğin Türkiye’de yerleşmesi amacıyla müzik eğitimini şekillendirmek üzere Alman besteci, müzik eğitmeni Prof. Eduard Zuckmayer, tiyatro eğitimi içinse yine Alman Carl Ebert getirtilecek ve Hindemith’in kendisinin de katkılarıyla klasik müzik eğitimi, Türk Opera ve Balesi, Devlet Konservatuarı ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın kuruluşuyla tamamlanacak yola böylece çıkılacaktır…
II. Dünya Savaşı dünyada büyük yıkıma, milyonlar, milyonlarca insanın ölümüne neden olmuştur. O yıllar Türkiye büyük diplomatik cambazlıklarla (dâhiyane bulduğumu belirtmeliyim) savaşın dışında kalmasına rağmen ülke büyük sıkıntılar, yokluklar yaşamıştır. Fakat gel gör ki, yine son derece akıllıca bir tutumla Almanların soykırım siyasetinden kaçan Avrupalı Yahudi bilim ve kültür adamları, sanatkârlar, mimarlar, mühendislere kucak açarak ve sığınma hakkı vererek ülkenin bu alanlarda büyük sıçramalar yapması imkânını bulmuştur. Ama yukarıda kaydettiğim gibi başlangıç, sanat emekçilerine “Alnında ışığı ilk hisseden” yakıştırmasını yapan Mustafa Kemal sayesindedir.
1924’te Ankara’da kurulan “Mûsikî Mu’allim Mektebi” bünyesinde 1934’te kurulan “Milli Musiki ve Temsil Akademisi” 1936’da Ankara Devlet Konservatuvarı’na dönüşecek, 1930’larda Halkevleri, 1940’larda ise Köy Enstitüleri her türde sanatı Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar ulaştıracaktır. Nasıl bir üst akıldır 1930 yılından itibaren devletin büyük sanayileşme hamlesi paralelinde kurulan her fabrikanın içinde bir de tiyatro salonu inşa eden ve haftanın belli günlerinde işçilere ve fabrikanın bulunduğu kentin halkına oyunlar sahneleyen? Nasıl bir üst akıldır 1927 ve 1930 yıllarında gösteri, konser, tiyatro, sinemada tüketim vergisini kaldıran?
İyi de hangi noksan akıldır günümüzde bunların (ve müze girişlerinin) bilet ücretleri üzerinden %8 Katma Değer Vergisi almakta direnen!
Neyse, döneyim konuma…
Yukarıda da belirttiğim üzere 1936’da kurulan Ankara Devlet Konservatuarı içinde aynı zamanda bir çalgı yapım atölyesi kurulması da Almanya’dan Heinz Schafrat adında bir uzman getirtilerek sağlanmıştır. Bu kişi Ankara’da kaldığı üç yıl içinde, yanına asistan olarak aldığı üç Türk gencini yetiştirecek ve bunlar ilerideki yıllarda bu alanda verecekleri eğitimlerle yeni yeni çalgı yapım ve onarımcılarını yetiştirecektir.
Konservatuvar ilk mezunlarını 1941’de verecek ve bu genç sanatçılar, kurulan “Tatbikat Sahnesi” ile sürekli konserler vermeye, opera ve tiyatro eserleri sergilemeye başlayacaktır. Bu ilk yıllardaki mezunlar arasında opera sanatçısı rahmetli kayınpederim, Türk operasının ünlü bas-baritonu Hilmi Girginkoç ve kız kardeşi koloratur-soprano Mukadder Girginkoç (Gürten) da vardır. Tatbikat Sahnesi tıpkı Halk Evleri ve Köy Enstitüleri gibi Cumhuriyet’in özgün buluşlarından biridir. Hem bir eğitim kurumu oluşturulmuş hem de öğrencilerin profesyonel birer sanatçı gibi icraya dönük çalıştıkları bir ortam yaratılmıştır. Eğitim kurumları aynı zamanda icracı kurumlar olarak sanatlarını topluma tanıtmak, yaymak işlevini de üstlenmişlerdir.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün talimatıyla, 1947 başlarında, 2. Evkaf Apartmanı’nın altında depo olarak kullanılan alan “Tatbikat Sahnesi“ne dönüştürülür. Tatbikat Sahnesi bu binadaki yeni salonunda 27 Aralık 1947 gecesi Ahmet Kutsi Tecer’in “Köşebaşı” adlı oyunuyla ilk kez perdesini açarken, Genel Müdür Muhsin Ertuğrul, dağıtılan oyun kitapçığında tiyatro salonu özlemini şu satırlarla dile getirmiş:
“Teberi ve keşkülünü sırtına vurup diyar diyar pirini ve tapınağını arayan, yakan rüzârdan çilesini soran yalınayak dervişin sabrı ve çektiği, bizim bekleyişimizin ve çektiğimizin yanında hiç kalır. Onun için çoğumuz aradığımız tapınağa varamadan yolda göçeriz. Ruhları şimdi sizin ülkenizde olan birçok arkadaşımız işte bu serap yolunda tapınağa ulaşmadan düşen talihsizlerdir.”
******
İşte efendim, 1954 yılında Cinnah Caddesi 22 numarada, kurulan Devlet Tiyatrosu Sanatkârları Kooperatifi tarafından yapımına girişilen apartmanda bu iki kardeşin de birer dairesi vardı. Toplam 16 daireye sahip binadaki daire sahiplerinden 14’ünü tespit edebildim. Bunlardan biri -Sevda Aydan- iki daire sahibidir; bu nedenle 15’e ulaştım ama son daire sahibi kimdi, acaba iki daireye sahip bir kişi daha mı vardı, bilemiyorum…
Özellikle gençlerimizin hiç tanımadığı, dünya çapında saygınlığa ulaşan Türk konservatuvarlarının, tiyatrolarının, operalarının ve senfoni/filarmoni orkestralarının üzerlerinde yükseldiği temel taşlarını oluşturan bu çok yetenekli sanatçıları saygıyla anmak arzusundayım. Maalesef Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğünün 2010 yılında yayımladığı 1.360 sayfalık “Bibliyografya: Devlet Opera ve Balesi’nde Sahnelenen Opera ve Baleler Cilt-1 (1948-1987)” başlıklı dev eseri elde edemedim. [Elden çıkarmak isteyen varsa almaya adayım! 2. Cilt zaten yayımlanmamış.] Bu nedenle elimdeki bilgilerle yetinmek, bazılarından çok özetle bahsetmek üzere soyadlarından alfabetik sıraya koyarsam:
Nuri Altınok: (1921-1993)
Tiyatro, sinema ve TV dizi sanatçısı.
Konservatuvardan 1944’te mezun olmuş, sınavını kazanıp girdiği Devlet Tiyatrolarında ilk rolü William Shakespeare’in “Jül Sezar” oyununda Antonius olmuştur.
Sonraki yıllarda Shakespeare’in “Yanlışlıklar Komedisi“, “Size Öyle Geliyorsa Öyledir“, “Onikinci Gece“, “Hamlet”, “Othello” eserleri de dahil pek çok oyunda başrolleri üstlenirken, benim açımdan anısı, daha önce sahnede de oynadığı J.B. Priestley’in “Bir Komiser Geldi” oyunundaki Komiser rolünü, benim radyoya uygulamamla, TRT Radyo Tiyatrosu yayınındaki performansıdır.
Sinemada başrolleri Cahide Sonku’yla, Hülya Koçyiğit’le, Türkan Şoray’la da paylaşmıştır bu yakışıklı, ünlü sanatçımız.
Yazının devamı linkte
https://t24.com.tr/yazarlar/sefik-onat/sanatcilar-el-ele-dosteller-apartmani,31735