Sinemanın tellerinden bal damlardı, Kudret Sönmez

Eskiden, ışıkları telli sinemalarım vardı benim…

Filmlerim vardı, düşlerime yazılırken hayatı anlamlı kılan.

Belleğimi yokluyorum da şimdi şöyle bir… Göğüs kafesimde yıllanmış kırpıntılar, avuçlarıma dökülüyor. Bir film bobininden sıyrılır gibi geliyor bugünlerime; izleyip de sindirdiklerim.

Sinema salonlarımı yıllarca tek başıma kapattım…  Beş seansın hepsini de kendime ayırdım; matine bitince suare’yi başlattım.

PİRE NURİ

Siyah beyaz, tatlı ve silik birkaç kare sızdı içerimden… Adana’nın varoşlarından, Akdeniz’inden, Seyhan’ından, akıp gelen bir Çukurova filmi; Pire Nuri… Başrolde Yılmaz Güney vardı.

O zamanların ünlü karakter oyuncusu Çirkin Prens (!) Danyal Topatan, hatırladığım kadarıyla denize nazır bir mahalledeki arkadaşının yanına gidiyordu… Arkadaşını Nihan Ziyalan canlandırıyordu. Ziyalan, önünde bir tepsi dolusu halka tatlıyı ardı ardına yemekteydi. Birini bitirmeden, eğilip diğerine uzanıyordu. Bu arada Topatan da katıldı tatlı şölenine; birkaç halka da o götürdü damağına. Hatırladığım kadarıyla, laf dalaşına girmişlerdi şireli ağızlarıyla. Gerçi ben ne söylediklerini dinlemiyordum, çünkü gözüm tatlılardaydı.

Yıl 1968 ya da 69… Her halkanın tanesi yirmi beş kuruştu o zamanlar, öyle hatırlıyorum. En az kırk tane tatlı var tepside; gerisini siz hesaplayın. Bir çocuk için ne büyük bir hazine!

YILDIZLI SİNEMALAR

Yıldızların altında bir suare’ydi bu… Aslında tek seanstı. Çünkü, üstü açık yazlık sinemalar karanlığı beklerdi seyirciyle oynaşmak için. İçlerinde en cilvelisi de bendim sanırım; çok güzel sevişirdim film karelerinin cümlesiyle… Saat 21.15’te vuracak elektronik gong’lardan üçüncü ve sonuncusunun sesini duymayı sabırsız bir heyecanla beklerdim… Bora Reklam’ın sahneye yansıyan, zamanın teknolojisiyle uyumlu slayt tanıtım kareleri biraz körüklerdi sabırsızlığımı ama… Defalarca izlemekten bıkmadığım “gelecek program” ve “pek yakında” fragmanları gösterilir, hemen ardından da film, Türk sinemasına özgü jeneriğinin kıpırtısı fazla görselliğiyle alırdı sırasını…

Alırdı da… O seyir vakti gelene kadar, batması için güneşle yaptığım söyleşi de ayrı bir hüzünlü hazdı benim için.

Gün ağarır, ay ve yıldızlar görünür ve de ben ağlamaklı/komik filmlerimle her gün bir daha bakışırdım; göz göze, yürek yüreğe…

Gerçi Yeşilçam’ınki tamamen duygusalmış. Hatta Fransız, İtalyan, Hollywood sinemaları da büsbütün yeşil bir duygusallıkla takılırmış bizlere. Bunu öğrendiğimde, hayat çoktan kapatmıştı perdelerini çocukluğuma.

Neyse!

Danyal Topatan ya da Erol Taş; Yılmaz Güney ya da Kartal Tibet… Türkan Şoray’ın Hülya Koçyiğit’le maratona çıktığı yıllarda, aradan sıyrılıp kendine beni aşık eden Filiz Akın…

Mevsim kışa dönünce o yerli yıldızların çoğu yuvalarına çekilir, yerini yabancılara bırakırdı.

KIŞLIK ZAMANI

İtalya’dan Gloria Guida gelirdi kışlık sinema perdelerine; kısacık mavi kotuyla bisikletine binmiş bir vaziyette… Ve Hollywood’dan kadın saçları esip yüreğime dolanırdı en ince halleriyle. Saçların bir teli Elizabeth Taylor’a aitse diğeri de Ali MacGraw’in olurdu. Aralarına Brigitte Bardot, Susan George’dan sarı teller de karışırdı bazen… Benim için en güzel teller, Fransa’nın kısa sürede kayan yıldızı Mirella Darch’’ın kahkülüne aitti galiba. Bir dönem Alain Delon’la esmiş, sonra da sessizce eksilmişti perdelerimizden.

BEYAZ TAŞ DUVARLAR

Sinemanın telleri güzel görünürdü yazlık dönemlerde… Makine dairesinden beyaz perde ya da duvara yansıyan ışıklar, hafızasıyla nice kareler yağdırıp yığdırdı gönlümüze. Birinden diğerine elektrik telleri taşıyan ince metal direkler, sıra sıra diziliydi duvar diplerinde…

Floresan lambalar söndüğünde yıldızlar yanardı…

Ve her bir ışık teli beyaz taş duvara bağlandığında…

Ya da kışlık bir sinemanın perdelerine delercesine vurduğunda…

Yaşadıklarım, hayatın başka diyarlarından gelen ulaşılmaz an’lar olurdu.

Yazlık bir sinemanın beyaz badanalı duvarında…

Yahu, ne de güzel yedi tatlıları o Danyal Topatan;

bıyıklarındaki her telden bağrıma bal damladı!

Kudret Sönmez