1980’li yılların başıydı. Basın Yayın Yüksek Okulunda önceleri bir gazeteci, sonra bir sinemacı olabilmek için okuduğum yıllardı… Gerçekten birbirinden muhteşem hocalardan dersler alıyorduk. Sinema dersimize Nilgün Abisel geliyordu.
Okulun sinema salonunda her hafta dünya sinemasının birbirinden güzel örneklerini izleme şansı bulurduk. Sinema tarihine yön veren yönetmenlerin filmlerini bu salonda ilk kez izlemiştim.
Orson Welles’in Citizen Kane’i, Akira Kurosawa’nın Seven Samurai’ı, Sergei Eisenstein’ın Potemkin Zırhlısı, Andrey Tarkovski’nin Solaris’i ve Yılmaz Güney’in Umut’u…
O zamanlar bulunması ve izlenmesi zor olan bu filmler içinde beni en çok etkileyen Yılmaz Güney’in Umut’u olmuştu… Benim geldiğim topraklarda yetişmiş bir sinemacı ve kendi sinema tarihinde devrim gibi bir dönüm noktası oluşturan başyapıtı…
Sonra aradan yıllar geçti. Ben sinemacı olamadım ama belgesel yönetmeni olarak Yılmaz Güney için Türkiye’de hazırlanan ilk belgeselin yönetmeni oldum. Aynalar adı altında yayımlanan bu belgesel dizisinde bölümlerden biri Yılmaz Güney’e ayrılmıştı.
Filmin beni etkileyen o olağanüstü havasının ardında yaşananları öğrendiğimde filme ve Yılmaz Güney’e olan hayranlığım katbekat arttı.
Filmin yapımcısı Abdurrahman Keskiner, Umut filminin hikayesini şöyle anlatır:
“Bu arada Yılmaz’ın babasının bir define arama hikayesi vardı. Babası, Yılmaz küçükken define aramak için evden çıkmış ve üç ay boyunca define aramış. Üç ay sonra ise eve bir heybe dolusu mutla (bir çeşit yaban mersini) dönmüş. O zaman, bu yaban mersini yani mut ne yenilir ne içilir bir şeymiş, yani hiç değerli olmayan bir şey. Adamcağız ne yapsın, eve eli boş dönmemek için, bulamadığı define yerine, dağda bulduğu bir heybe mutu götürmeyi uygun görmüş. Bu olay Yılmaz’ı çok etkilemiş. Öylesine etkilemiş ki Adana’da film yapmaya karar verdikten sonra bunu çekmek istedi. Ve böylece babasının bu olayından ‘Umut’ filmi doğmuş oldu.”