Yaşamımızı anlamlı ve yaşanır kılan en önemli nedenlerden biri; bir amacın varlığıdır. Amacımızın niteliği, tartışılabilir ve hatta tümden yadırgatıcı olabilir. Bu amaca ulaşmada başımıza türlü belalar da gelebilir. Hatta yaşamımızı yitirebiliriz. Ama o korkunç ana kadar bile yaşama dürtümüzü yitirmeyiz.
Eğer yaşamaya devam etmemizi sağlayacak bir amaca tutunamazsak bu sefer de “can sıkıntısı” bizi yavaş yavaş korkunç işkencelerle paramparça edebilir.
İbsen’in Hedda Gabler oyununu can sıkıntısının tragedyası diye de tanımlamak mümkün.
19yy’da kadının yaşam amacı, erkek egemen toplum tarafından belirlenmektedir.
Kadın ya kendine ait olmayan bu amacı kabul edip derin bir nevroza sürüklenecek ve yaşamını nevrozlar/histeri/panik ataklarla geçirecek.
Ya da kendine dayatılan tüm amaçları ret ederek toplum normlarının dışına çıkacak ve bu dışarı sürükleniş kendine yaşam alanı bırakmayan bir tragedyaya dönüşecektir.
Ve her iki halükarda da yavaş yavaş parçalanacaktır.
Peki bu travmayı aşabildik mi? İki seçeneğin de birbirinden tatsız sonundan kaçınmak için yaşam amacını seçmeyi kadına bırakabildik mi?
Ne dersiniz?
Peki ya Hedda Gabler’in çözümü?